Ne gereği var?

Sevgili okurlar,

Çeşitli karakterleri ele alacağım bir dizi portre yazmaya karar verdim. Bu karakterlerin insanların kendilerini ve yakınlarını daha iyi anlamasına katkıları olabilir diye umuyorum. Zaman zaman esprili bir dil tercih etmemin nedeni, kişilerin kendi özelliklerine yabancılaşmalarını sağlamaya çalışmaktır. Çünkü insan kendisine dışarıdan baktığında daha iyi sorgulayabilir.

Portre 1:

Nezaket Teyze ve mottosu: “Ne Gereği Var?”

Nezaket Teyze ben çocukken bize yakın bir evde yalnız yaşayan orta yaşlı bir hanımdı. Mahalledeki çocuklarla bazen verandasında ikram ettiği şeyleri yemek için uğrardık. Ama kendisiyle etkileşimim bundan ibaret değildi. Eşi ve çocuğu olmadığı için muhtemelen evde etkileşebileceği kimse ya da meşgul olacağı çok fazla şey bulamaz, sık sık komşularını ziyaret ederdi ama en çok bize gelirdi. Ailemizin bir parçası gibiydi. Kendisini severdim de.

Bize ilginç, uzun masallar anlatırdı. Sonradan fark ettim ki bilinen masalları ciddi olarak değiştiriyor, içine kendi hayal dünyasını katıyordu. Masallarının hemen hepsi bir şeylere heves edip, bir arzusu için yollara düşen kimselerin başına kötü şeylerin, bazen korkunç olayların gelmesi ile sonlanıyordu.

Masallarında kimse muradına eremiyor, biz de doğal olarak kerevetine çıkamıyorduk. Ama doğrusu; merak uyandıran heyecanlı, sürükleyici masallardı.

Nezaket Teyze ile ilgili ilk olumsuz düşüncem, çok gülüp, neşelendiğimizde rahatsız olmasıydı. “Çok gülmeyin” derdi sık sık. Sanki neşe, sevinç, coşku onu tedirgin ediyordu. Bunu, çok gülmeyin sonra kötü bir şey olur diye açıklardı.

Neşemizi kaçırır keyfimizi bozardı. O zaman batıl inancı var sanırdım, şimdi anlıyorum ki kendisini keyifli ve mutlu hissettiğinde başına bir şey gelmesinden korkuyordu.

Bu şekilde hisseden her insan böyle olmamakla beraber böyle hissedenlerin çoğu mutlu olduklarında başkalarında haset uyandırdığını sanan kimselerdir.

Muhtemelen çocukluklarında çok keyifli ve neşeli olduklarında etraflarındaki artık eskisi gibi canlı ve neşeli olamayan yaşlı kimseler tarafından azarlanmışlardı. Nezaket Hanım da sık sık annesinin benzer sözlerini aktarırdı: “Çok gülmeyin sonra ağlarsınız” gibi.

Çocukların sevincini kursağında bırakan bu ebeveyn tutumu, sadece yaşlanınca kaybedilen sevinci gençlerde görmenin verdiği rahatsızlıktan ibaret değildir. Nezaket teyze de muhtemelen annesinde olduğu gibi aynı zamanda genelde neşeli olmaya dair bir endişeyi anlatıyor olabilir.

Nesilden nesile aktarılan bu lanet, bir yanıyla kişinin kendisinden esirgediği sevinci başkasında da görmek istememesiyle ilgili iken, diğer yanıyla anne-kız arasındaki ödipal rekabetin tezahürüdür.

Sonra baktım ki Nezaket Teyze başkalarındaki sevinçten rahatsız olduğu gibi kendisine de sevinci yasaklamış gibiydi. Dertlenmeye, bir şeyden yakınmaya bayılıyor. Bir sorunu olduğunda şehvetle, ballandıra ballandıra anlatırken, iyi bir şey olduğunda keyfini kaçıracak bir yorum ilave ediyordu.

Mesela piyangodan bugünkü para ile 200 bin lira çıktığında sevinmek yerine, “Sonuçta büyük ikramiyenin yüzde biri bile değil” demişti. Sevinçleri küçülterek azaltmaya çalışır ama dertleri olabildiğince abartır ve dertli olmayı tercih ederdi.

Bir hayalimizi söylediğimizde, bir isteğimizden bahsettiğimizde bizi hayal kırıklığına uğramakla korkutmaya, hayallerimizi küçültmeye çalışırdı. “Siz azını isteyin, çok çıkarsa daha mutlu olursunuz”  ve “Bir şeyi çok istersiniz, sonra olmazsa mutsuz olursunuz” derdi.

Bir şeye talip olmaz, bir şey beklemezdi. Bir beklentisinin fark edilmesi ihtimalinden utanırdı. Mesela doğum gününde, kesinlikle aksini iddia etse de unutulmasın diye bekler, ama doğum gününe dair bir hazırlık yapıldığını fark etse, istemediğini, böyle daha iyi hissettiğini, kendisini mutlu etmek istiyorlarsa bir şey yapmamalarını söylerdi.

Şimdi anlıyorum ki aslında yapılacak hiçbir şey onu tatmin etmeyecek, ona yeterince değer verildiğini hissettirmeyecekti. İnsanların onu önemsediğini ve eğer kutlarlarsa çok güzel yapacaklarını varsaymak, somut bir anmadan daha risksiz bir şeydi. Hayal kırıklığına uğramaktansa, soyut bir önemsenmiş olma hayalini tercih ediyordu. Kendi kendisine muhtemelen şöyle diyordu “İzin versem dünyayı önüme sererler ama ben istemiyorum.”

Bir kere, neden evlenmediğini sormuştum; beğendiği biri varmış, o da Nezaket hanımı seviyormuş, kendisine sormuş, “Annemler istemeye gelsin mi?” diye. Her zamanki zahmet verme endişesiyle, zahmet etmeseler deyivermiş. Adam da istemediğini düşünüp, yollamamış annesini. Tam böyle mi olmuştur emin olamadım ama en azından onun anlattığı böyleydi.

Bir şey istemekten, birine zahmet vermekten, yük olmaktan o kadar çok kaçınmaya çalışıyordu ki en çok istediği şeyi bile istemiyormuş gibi yapıyordu. Belki de istemeden versinler, ısrar ederek versinler istiyordu. Belki ancak ısrar ederlerse gerçekten içlerinden gelerek vermek istediklerini düşünüyordu.

Zaten ısrar edilmedikçe hiçbir şeyi almaz, yemeğe de çok ısrar edilmeden asla oturmazdı. Ancak çok çok ısrar edildiğinde, nezaketen çağrılmadığına, gerçekten istendiğine ikna olabilirdi.

İnsanların kendisi hakkında herhangi olumsuz bir duygu ya da düşüncesi olması ihtimalinden çok endişe eder.

İnsanların hakkında ne düşündüğünü ne hissettiğini anlamaya çalışır, sık sık “zahmet veriyor muyum?”, “Sıkıyor muyum?”, “Ben de çok sık geldim, sizi biraz rahat bırakayım” der ve “Olur mu, sen bizim baş tacımızsın, sen gelince burası şenleniyor, gelmezsen üzülüyoruz, yolunu bekliyoruz” gibi şeyler söylenmesini beklerdi. Biz de rahat etsin, rahatça gelebilsin diye beklediğinden fazlasını söylerdik.

Başkalarının olumsuz duygularından korktuğu gibi kendisinin başkalarına karşı olumsuz duygu ve düşüncelerinden de korkar ve onları bastırıp inkar ederdi. Belki en çok haset ve kıskançlık yaşadığından, en çok onu söylerdi. “Asla kimseyi kıskanmam, kimseye haset etmem, gıpta bile etmem.” , “Allah herkese neyi uygun buluyorsa onu verir, onun işine karışmak ne haddimize” derdi.

Sonra da ilave ederdi, “Hem şimdi hediye gibi görünen şey belki sonra kahır olur, şimdi yokluk gibi görünen şey belki en büyük hediye olur.”  “Mesela evlenmedim diye kimseyi kıskanmıyorum. Bakıyorum, evliler benden daha mutsuz, koca kahrı çekmektense böyle daha iyi” derdi.

Anlamakta en zorluk çektiğim huyu fazlasının hiçbir masrafı veya yükü olmadığı halde daha azıyla yetinmeye çalışmasıydı. Şunu kastediyorum, mesela dondurmanın üstüne fıstık koydurmazdı.

Nezaket Teyze fıstıkla daha güzel oluyor niye istemiyorsun diye sorduğumda “Ne gereği var?” derdi. Keza bozasının üstüne tarçın da koydurmaz, yumurtanın üstüne karabiber dökmezdi. Hepsine cevabı aynıydı: Ne gereği var?

Sanki sadece gerektiği kadarını yapmaya izni vardı. Aç kalmayacak kadar yiyebilir, üşümeyecek kadar giyebilir ama keyfi için, hoşuna gittiği için, zevk almak için bir şey yapmaması gerekiyordu.

Mesela yeterli parası olmasına ve düzenli geliri olduğu için para biriktirmesine ihtiyacı olmamasına rağmen, nerdeyse kendine hiçbir şey almaz, adeta hiç kendisi için para harcamazdı. Ama buna karşılık yakınlara, mahalledeki çocuklara hediye almaktan bir şeyler vermekten kaçınmazdı. İmkanları ölçüsünde başkalarına karşı cömert biriyken kendisine karşı oldukça pintiydi.

Yük olmaktan, zahmet vermekten o kadar çok kaçınırdı ki hastalansa bile doktora veya onu hastaneye götürecek kimselere zahmet vermemek için rahatsızlıklarını kimseye anlatmaz, belki ilgilenilmeyecek olmasından korkardı.

Maalesef kendisini de bu yüzden kaybettik. Göğsünde bir ur çıkmış ama ne doktora gitmiş ne kimseye söylemiş, neden sonra apseler oluşup iltihaplanınca ve çok zayıflayınca, bizimkiler zorla onu hastaneye götürdüklerinde son evre kanser olduğu ortaya çıktı. “Neden böyle yaptın Nezaket Teyze” dedim: Ne gereği vardı bu kadar ne gereği var demenin.

Onu anımsadıkça kendi hayat öyküsünün de masallarındaki gibi kötü sonlanmasına üzülür ama en çok da hiçbir şeye heves etmediği halde sonunun aynı olmasına yanarım.

Hayatı boyunca insanlara yük olmamaya çalışmış Nezaket Hanım, bunu cenazesinde bile başarmıştı. Ölmeden önce o kadar çok kilo kaybetmişti ki, onu mezarlığa taşıyanlar “hiç bu kadar hafif cenaze görmedik, tüy kadar hafifti” demişlerdi.

Doğan Şahin

Paylaş

Son Yazılanlar

Emeklilik bahçesinin olasılıkları

Akıllarının nazlı ilgisine iliştirilecek bir kelebek başlık arayan gözlere, ciddi konuları emanet etmek cesaret ister. Kelebek başlıklar nereden aklıma esti bilmiyorum; çevredeki her şeyden ayrı

Ali Rıza Dayı

Daima şık, bakımlı ve güler yüzlüydü. İnsanlarla etkileşimde olmayı sever, sohbetten hoşlanırdı. Lafı uzatmayı sever, biraz çok konuşurdu. Saçları vaktinde briyantinliydi ama jöle çıktıktan sonra

Sporda fair play woke kültür saldırısı

Ben lisedeyken atletizm takımındaydım. Yüksek atlama, uzun atlama, üç adım uzun atlama, sprint kategorilerinde vasat bir performansım vardı. Hâlâ atletizmi çok severim, Diamond League, Dünya

Sokaklarımızın sahip olduğu gizli hazine

Türkiye’nin sokakları, sadece insan kalabalığıyla değil, benzersiz tatlarla da dolup taşıyor. Her köşe başında, her kaldırımda bir lezzet durağına rastlamak mümkün. İstanbul’da simit kokusu eşliğinde

Sanatın problemi sermaye ile olan ilişkisi

Çağdaş sanatçılarımızdan hiç kuşkusuz en yaratıcı ve önemli isimlerden biri Ali Alışır. Sadece biz değil, dünya da Alışır ve eserlerini keşfediyor. Ali Alışır’ın “In Motion”

Rodos’tan Karpathos Adası’na

Uzun zamandır Rodos Adası’na ufak bir tatil yapmak için fırsat bekliyordum. Rodos’un Lindos köyünde, Akropolis’in tam altında butik oteli bulunan 20 senelik arkadaşım Melenos beni

Eylül ayında dengeler bozulabilir

Borsa İstanbul geçen haftayı yüzde 1.71 artı ile 9833 puandan kapattı. Gram altın yatay bir hafta geçirdi ve 2741 TL ile kapanış yaptı. Ons altında