“Birbirimizi her gün surlardan atıyoruz…”

Şiddetin gerçekleşmiş, en vahşi, en sert, en vandal, en ilkel haliyle yüzleşmenin sarsıntısını yaşıyoruz. Ama biz zaten mecazi olarak günlük hayatta devamlı birbirimizin kafasını kesip surlardan atıyoruz!

Birbirimizle kurduğumuz neredeyse her türlü ilişkinin içinde şiddet var. En naif ilişkide, en kibar aşkta bile… Kültür düştükçe ve psikoloji bozuldukça bu şiddet daha kıvamlanıyor.

Virüslerden, hayvanlardan, doğal afetlerden korunduğumuzdan daha sıkı korunuyoruz birbirimizden. Hukuk, insanı insandan korumak üzere kurulu.

İnsan ilişkilerinin vahşetini belirginleştirip her yazdığıyla yüzümüze vuran, yüzeysel algılarımızla yarattığımız suni ortamlarda sahiciliğiyle içimizi yıkayan kadim bir dost gibidir Mine Söğüt.

Karanlığı önce sarsar, sonra ona iyimserliği ilham eder. Kitaplarıyla dertleşir, derinleşiriz. Renkli bir sokak çocuğu, hızlı gazeteci, roman yazarı, bilge kadın, insan kadın, mitolojik bir kahraman, arkaik bir figür, güçlü bir şiir gibi dolaşır aramızda.

Kendisiyle Açık Radyo’ya destek buluşmasında insanlık kodlarımızın kötülükleri ve nedenleri üzerine söyleştik…

Surlarda yaşanan ürkütücü olayın üzerinden henüz birkaç gün geçti ve bir başka adam bir başka kadına sosyal medyadan öfke ve haz karışımı seslendi: “Seni parçalara ayırıp, surlardan atacağım!” Bunun bir açıklaması var mı sizde?

Olmaz mı? Birbirimizle kurduğumuz neredeyse her türlü ilişkinin içinde şiddet var. En naif ilişkide, en kibar aşkta bile… Kültür düştükçe ve psikoloji bozuldukça bu şiddet daha kıvamlanıyor. Sokakta dilenen kolları bacakları olmayan bir dilencinin yanından rahatça geçip gitmek, gidebilmek bile içinde şiddet içeren bir eylem.

Her ne kadar fiili bir şiddetin faili, parçası ya da sorumlusu değilsek bile o insanın yanından her şey yolundaymış gibi geçebilme kudretimiz pasif bir şiddet unsuru. Tahammül edebilmemiz, kanıksamış olmamız, şiddet meselesine aslında düşündüğümüz kadar da tepkili olmadığımızın bir kanıtı.

 Evet ama birileri şiddeti artık bir başka dillendirmiyor mu?

Biri senin kafanı kesip surlardan atacağım diye telaffuz ediyor, yapıyor da… Sonra biz onun korkunç bir cani olduğunu düşünüp böyle bir şeyin yapılabilir olması karşısında dehşete düşüyoruz. Şiddetin gerçekleşmiş, en vahşi, en sert, en vandal, en ilkel haliyle yüzleşmenin sarsıntısını yaşıyoruz.

Ama biz zaten mecazi olarak günlük hayatta devamlı birbirimizin kafasını kesip surlardan atıyoruz! Ahlak algımız, geleneklerimiz, inançlarımız insanın insana tahammülsüzlüğünü, öfkesini ve hatta birbirini cezalandırma hakkını rasyonelleştiren saplantılarla dolu.

Artan şiddet, yeni tehdit çeşitleri, çoğalan tahrik unsurları. Bütün bunların geçmiştekilerle farkları neler ?

Hiçbiri yeni değil. Bunlar bizim çoktan dizginlemiş olmamız, aklımızla ehlileştirmiş olmamız gereken çağdışı eski insanlık hallerinin kutsallarla korunarak sürdürülmesi yüzünden hala süregiden, bir türlü değişmeyen ilkel ve akılsız aklın hükmünün sonuçları.

Geçmişle tek fark bugün artık iletişimin dolayısıyla da görünürlüğün artması.  Olan bitenden daha çok haberimiz oluyor. Kadınlar baştan sona eril bir aklın inşa ettiği bu uygarlıkta kayıtlı tarih boyunca hep öldürüldüler, tehdit edildiler, şiddete uğradılar.

Çok tanrılı inançlardan tek tanrılı kutsal kitaplara kadar en mühim mesele kadınların bedenlerinin, akıllarının, varlıklarının yok sayılmasıyken ve bugün hala yeryüzünde İslam cumhuriyetleri, Hristiyan demokrat partiler, Vatikanlar varken, dünya politikalarına hala onlar yön verirken bu konuda gerçek bir değişim beklemek saflık olur.

Yine de şiddetin fütursuzlaşmasından söz edemez miyiz?

Bence hep fütursuzduk. Daha yüzyıl önce meydanlarda adam asılıyordu, seyrediyorduk. Kölelik vardı. Afrika’dan insanları zincirlere bağlayıp gemilere tıkıştırıp -bugün hala tıpkı hayvanlara yapılmaya devam edildiği gibi- kıtalardan kıtalara taşıyor, sağ kalanları ölene kadar çalıştırıyorduk.

Bizden sadece üç önceki jenerasyon, yani anneannelerimiz, dedelerimiz böyle bir insanlık terbiyesinden geldi. Aslında o en karanlık çağ olarak kodlanan Orta Çağ ile bugün arasında bir fark yok, hala Orta Çağ’dayız.

Hala Tanrıya inanıyor dünya. Ceza sistemi hala o mantıkla yürüyor. Kadın ve erkeğin tarifi hala Orta Çağ’ın tarifiyle yapılıyor. Bizim teknolojik olarak çok ilerlemiş olmamız, maalesef zihinsel ve kültürel olarak aynı hızla ilerlediğimiz anlamına gelmiyor.

 

“Hala Orta Çağ karanlığındayız” diyorsunuz, ben de katılıyorum. Peki ülkenin son 20 yıllık dilimine ışık tutacak olsak…

İnsan kendine zarar verebilen bir tür, dolayısıyla ülke de kendine zarar verebilen bir organizma. Amerika’da da böyle, Avrupa’da da. İnsan devamlı kendini diğer insandan koruyor. Virüslerden, hayvanlardan, doğal afetlerden korunduğumuzdan daha sıkı korunuyoruz birbirimizden.

Hukuk, insanı insandan korumak üzerine kurulu. Birbirimizi öldürmemek, birbirimizin bir şeyini çalmamak, yaralamamak, kötülük yapmamak için katı kurallar koyup, sonra da bu kurallara uymuyoruz. Bunu medeniyet olarak kodlamak büyük aymazlık!

Son 20 yıl dediniz. Evet bu ülke son yirmi yılda hatalı politik tercihleri yüzünden hızla olduğu yerden daha geriye ve tehlikeli bir yere düştü. Ama bu tüm dünyanın ortak sorunu. Avrupa da aynı şeyi yaşıyor. Bizim tek farkımız son 20 yılda Batı medeniyetinin daha özgür olan dili ve aklıyla kendimizi sorgulama fırsatını elimizle tepip, ülkeyi Ortadoğu’nun bağnaz ve tahakkümcü diline, aklına teslim etmiş olma aymazlığımız.

İtaat etmenin insanın başını derde sokmayacağıyla ilgili genel kanıyı çürüten bir motifsiniz. Son yıllarda muhafazakâr gençlerle itaat kültürü arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

İtaat her kesimde sadece gençlik çağında sorgulanan bir kavram. İnsanlar hangi kesimden olurlarsa olsunlar yetişkinliğe geçer geçmez itaatin güvenliğine hızla ikna oldukları bir aşamaya geçerler. Yani çağdaş ya da muhafazakâr gençlerin itaatkarlığı sorgulamaları bir umut vaat etmiyor.

İtaatkarlığa başkaldırının ilerideki yaşlarda da sürdürülebilir olması önemli ve insanlık tarihinde maalesef bunun olumlu bir örneği henüz yok.

Kötülük ve şiddet bu kadar görünür oldukça, kötülük yapanların kendilerini buna hakkı olduğuna dair daha hızlı ikna ettiklerini düşünüyorum. O mekanizma sizce nasıl gelişiyor?

Her ülke savaşta nasıl kendi haklılığına ikna olabiliyorsa bireyler de kendi yaptıkları kötülüklerin haklılığına ikna olabiliyorlar. Bir savaş çıktığında o savaşta bebeklerin öleceği ve kadınların tecavüze uğrayacağı gerçeğini görmezden gelen ve 18 yaş üstü erkeklerin de cephede ölmesini olağan sayan bir insanlıktan bahsediyoruz.

Silahsızlanmanın aciliyetini tartışmayan bir dünyada yaşıyoruz. “Kötülük” bir savunma argümanı olarak her alanda rasyonelleştiriliyor.

Hem makro hem de mikro sistemde ele alıyorsunuz…

Makro sistemle mikro sistem arasındaki bağı görmezden gelirsek, kurduğumuz ve korumakta ısrar ettiğimiz bu dünya düzeninin hızla değişmemesi için bir çaba sarf etmezsek, insanın kendisini bireysel kötülüğe ikna edebilme gücünü de asla elinden alamayız.

Bugün cinayet işleyen ya da bir başkasına şiddet uygulayan insanların çoğu hasta değiller, sadece ehliyetliler! Mesela kadın cinayetleri meselesinde o insanların “erkek” oldukları için “kadını” öldürmeye, anne babalarının çocuklarına eziyet etmeye resmen izinleri var ve bu izni veren de sıkı sıkı koruduğumuz ahlak algımızla bizzat biziz. Kötülüğü devletler bazında, hukuk çerçevesinde sistemleştiren insan tabii ki birey olarak da kendini kötülük yapma hakkıyla donatıyor.

Kodlarımız…

Çok tehlikeliler. Ailenin kutsallığı, aşkı bir mülkiyet meselesi olarak görmek, kıskançlığı sevgi ölçüsü olarak almak, cinsellikle ilgili tabuları kurcalamamak… Eğer biz çocuklara okuma yazma öğretirken cinsellikle ilgili bilimsel bilgiler de vermezsek, toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden bir ahlak inşa etmezsek, farklılıkların olağanlığını kabul etmezsek o erkekler o kadınları öldürmeye daha binlerce yıl devam edecekler.

Bugün bizim kafalarımız fiilen kesilip surlardan atılmıyor olabilir ama mecazen kadınların kafaları doğar doğmaz devamlı, hayatın her aşamasında kesilip, surlardan atılıp duruyor. Hukukun en iyi uygulandığı ülkelerde bile hala kadınlara tecavüz ediliyorsa, farklı cinsel yönelimler bir sorun olabiliyorsa ve erkekler toplumdaki şiddetin baş failleri olarak öne çıkıyorsa… İnsanlık tüm değer sistemlerini artık kökünden değiştirmek zorunda demektir.

Narin’in köyünde kadınıyla erkeğiyle elbirliği etmiş durumda, kapatıyorlar gerçekleri…

Narin’in köyü ülke demek aslında, bütün bir ülke, hatta bütün bir dünya. Şu ana kadar neyin ne olduğunun anlaşılamamasının soruşturmanın selameti için gizlenen bilgiler yüzünden olduğuna inanmayı çok isterdim. Ama buna inanmak böyle bir düzende çok zor.

En açık ve korkunç gerçeklerin bile birilerini korumak ya da aklamak için kolayca perdelenebildiği bir ülkede yaşamanın ağırlığına örnek olacak çok sert bir deneyim yaşıyoruz bu olayda.

Medyanın tutumuyla ilgili neler söylenebilir?

İnsanlık dramlarını kendisine malzeme yapan programlardan, haber programlarına kadar tüm medya dehşet verici. Şöyle düşünün, medya maden işçilerinin haftalarca süren direniş haberlerini de, Narin’in öldürülmesiyle ilgili haberi verir gibi verseydi, biz nasıl bir dünyada yaşıyor oluyorduk?

Toplumun hassasiyetleri üzerinden pirim yapmaya çalışan medya aynı zamanda o toplumun hangi sinir uçlarının uyarılacağını da belirliyor. Ve biz neye üzülüp, neye sinirleneceğimize, soruna hangi açıdan yaklaşıp, çözümü nerede arayacağımıza medyanın ekonomik kazanç hedefli ve politik manipülasyon gayretli diline kapılarak karar veriyoruz.

Medyayı bu korkunç gerçekliğin bilincinde olmadan izleyen kalabalıkların tercihleriyle dönen bir düzende de böyle rezil bir hayat yaşıyoruz.

 Narin’in köyündeki “suskunluk yemini” bir tür gövde gösterisi değil mi?

Bu suskunluk yeminini sorgulayan, garipseyen yaklaşım bence daha sorunlu. Bu toplumda, bütün aileler suskunluk yemini etmez mi? En çağdaş ailelerde bile kol kırılıp yen içinde kalmaz mı? Annemizin dengesizliğinden, babamızın öfkesinden, kardeşimizin eşcinselliğinden, kuzenimizin şiddete yatkınlığından, bacanağımızın dolandırıcılığından bahsetmediğimiz, aile içi sorunları dillendirmediğimiz, hele hele dışarıya ser verip sır vermediğimiz bir düzeni korumayı ahlak diye kodluyoruz!

Aile içindeki nice büyük dramları, trajedileri ve şiddetleri hiç yaşanmamışlar gibi saklıyoruz. Mutsuz evliliklerin, isteksizce yapılan ebeveynliklerin, sevgisizlikten kurumuş ilişkilerin yıkımını görmezden geliyoruz. Böyle bir düzende bir ailenin bir cinayeti sır olarak saklamasını yadırgamak ne kadar akıllıca?

Mahrem farklılıkları mı?

Bütün kötülükler, her kesimde mahrem… Biz ne suçlar saklıyoruz. Politik olarak düşünelim. Güvendiğimiz, oy vermek istediğimiz siyasi parti dünyanın en anti laik verileri ile politika yapmaya başlıyor. Susuyoruz. Susmazsak daha çok şeyi kaybedeceğimizi düşünüyoruz.

Katlandığımız ve bedellerini göze aldığımız suskunluklarımızı masaya yatırırsak mahremler konusunda en çok eleştirdiğimiz kesimle başa baş gittiğimizi görürüz.

Nereye doğru gidiyoruz sizce?

Hatırlarsınız, “Tehlikenin farkında mısın?” diye bir slogan vardı. O slogan Atatürkçü, cuntacı, geri kafalı bağnazların yersiz korkusuydu güya. Ne istiyorsunuz deniliyordu, darbe mi? Niye siyasal İslam’a karşısınız? Din düşmanısınız deniliyordu. Entelektüel çevrelerde bolca tartışılan konuydu…

Nihayetinde bugün o ısrarla farkına varılmayan tehlikenin kucağında can çekişiyoruz. Askeri vesayetin dini vesayet öneren bir politik hareketle kaldırılmasını alkışlayan bir ülkenin varacağı o kaçınılmaz yere vardık.  Askeri vesayetin yerini dini vesayet aldı. Dini vesayete karşı çıkmak askeri vesayete karşı çıkmaya benzemez.

Dipçiğin karşına dikilmenin bedeliyle kutsallara kafa tutmanın bedelinin aynı olmadığını fiilen deneyimleyeceğimiz, daha zorlu zamanlara doğru gidiyoruz.

 Defalarca alt üst olmak değil mi bu?

Bir gün her şey değişecek. Muhakkak daha iyiye de gidecek. Ama bunu biz yapmayacağız, biz becermeyeceğiz. Koşullar gereği bu kendiliğinden olacak. Fakat ülkeyi bu hale getirmeyi bizzat biz becerdik, bunu da kayda geçelim.

Kendiliğinden olacak derken neyi kastediyorsunuz?

Bir insan ömrüne denk gelen süreçte insanlık geri gidebilir ama uygarlığa bütüncül olarak bakarsanız uzun vadede geri gitmek diye bir şey yok. Uygarlık ara ara gerilese de nihayetinde her zaman ilerler. Bu bizim kendi kısacık hayatlarımızda ölçebileceğimiz bir ilerleme değil.

Biz en korkunç zamanlara ama çok da ilginç zamanlara tanık olan bir nesiliz.  Teknolojik olarak büyük bir sıçrama yaşanan bir döneme denk geldik. Ama kültürel olarak bu evrimin çok gerisinde bir zihin yapısı hüküm sürüyor.

Anne karnındaki bebeğin hastalıklarını tespit edip onu iyileştirebilecek güce sahip olan insanla, nükleer silah üreten ve bir ülkenin tüm halklarını kimyasal silahlarla bir anda yok edebilecek güce sahip olmayı marifet sanan insanın aynı insan olması üzerine düşünmeye başladığımız zaman değişim de kendiliğinden başlayacak demektir.

AÇIK RADYO AÇIK KALMALI !

Karasal Yayın Lisansı iptal edilen Açık Radyo’nun sizin için anlamını ve bugün sonlandırıldığında neler hissettiğinizi merak ediyorum.

Teknolojinin değişimi, doksanların büyülü çağdaşlığı ve hızla Batılılaşma umudu peşinde, Özal döneminin liberal ekonomisiyle şenlenen bir dönemde Açık Radyo bizim görece mutluluğumuzun en kıymetli kazanımlarından biriydi. Birden Avrupa standartlarında bir medya şelalesine düştük. Onun heyecanını hiç unutmuyorum.

Müthiş programlar yapılıyordu. Yeni bir dil kuruluyordu. Açık Radyo açık ara öndeydi diğer radyolardan. Farklı bir soluktu. Ama şunu da kayda geçirmek lazım, ideolojik olarak liberal aklın sarhoşluğunu enine boyuna izleyebildiğimiz bir yerdi. Ülkenin entelektüellerinin şu son 20 yılda nerede yanıldıklarını anlamak için dönüp bakılabilecek en bereketli yer Açık Radyo programları olabilir.

Şebnem İyinam
Fotograflar: Ekin Özbiçer

Paylaş

Son Yazılanlar

Kadın emeğinin gastronomiye yansıması

Senelerdir severek yaptığım iş gastronomi yazarlığı ve bunun gibi yeme içmeye, damak tadına ilişkin konulardaki  etkinlikler. Resmi bir tanımı yok, verilmiş unvan da  değil. Sadece 

Gastronominin evrensel gücü

Altın Kaşık Ödülleriyle Mutfak Dostları Derneği’nin ödüllendirdiği yaratıcılık, FSUMMIT 2025’in vizyonuyla sektöre kazandırdığı yenilikler ve Husin belgeselindeki derinlemesine hikâye, gastronominin sınırları aşan gücünü gözler önüne

Prada dertsiz başına dert mi arıyor?

Tasarımlarından marka kimliğine, müşteri portföyünden sattığı hayallere kadar birbirinden çok farklı iki marka hakkında bir söylenti dolaşıyor lüks moda sektöründe… İtalyan moda devi Prada’nın, Capri

Sofralarımızın Ortak Dili

Yemek sadece fiziksel bir gereksinim değil; kültürel kimliğimizi şekillendiren, tarihimizin sessiz tanıklığını yapan ve insanlar arasındaki bağları güçlendiren evrensel bir unsurdur. Her ülkenin, her yörenin

Heyecanla beklenen birinci sayfa

Dag Solstad, her gün yazdığı bir sayfa ile romanlarını tamamladığını söylemiş. Ayağına gelen güne, dönme dolaba atlama adımı ile başlamanın hikayesi midir yazdıkları veya bitirdiği

Yılbaşı ve Vasilopita çöreği

Bir yılı geride bırakıp uğurlarken yeni umutlarla başlayan yeni bir yıla ‘hoş geldin’ diyoruz. Dilekler her zaman sağlık, mutluluk, sevgi ve barış olmak üzere; dostlar

Manav Türklerinin sofrasında zamanın izleri

Geçtiğimiz hafta sonu Tuzla, gastronomi tutkunları için benzersiz bir deneyime ev sahipliği yaptı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Kültür Daire Başkanlığı’nın hayata geçirdiği “Gastronomi Günlükleri” serisinin