Umarım bu çağ dijital faşizm üretmez

İçinde bulunduğumuz dijital çağ, dokunduğu her şeyi değiştirip dönüştürmeye devam ediyor. İletişimden eğitime, medyadan sanata hayatımızdaki tüm alanlar dijital dünyanın filtresinden geçerek yeniden yorumlanıyor. Üstelik değişen sadece kullandığımız araçlar ve teknoloji değil, bakış açılarımız, algılarımız ve anlayışımız da bu nehrin içinde yeniden şekilleniyor.

Buna karşılık modernite döneminin özellikleri, modern davranış ve alışkanlıklarımız köklerimizi oluşturuyor. Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanımları ile halkın gelişimine yani eğitime verdiği önem ise kuşkusuz modernite dediğimiz dönemin en güzel örneklerinden…

Modern köklerle dijital geleceğe uzanan bir kurum…

19’uncu yüzyıl İstanbul’unda Osmanlı’nın Tanzimat Dönemi ile başlayıp Cumhuriyetle devam eden modernleşmenin simge semti Pera’da, bugün hâlâ o kent anlayışıyla yoluna devam eden bir kurum Pera Müzesi… Hem bir müze olarak toplumun eğitimine dolaylı olarak katkı sağlama sorumluluğu hem sanat dünyasının sergi alanı olarak modern kökleriyle dijital çağa uyumlanmayı başarmış simgesel bir buluşma noktası…

Pera Müzesi Müdürü Özalp Birol ile çalışmalarına dayanak oluşturan vizyonu, modern Türkiye’yi, 19’ncu yüzyıl İstanbul’unu ve bugünün dijital dünyasını konuştuk. Modern köklerle dijital geleceğe uzanırken umutlarımızdan kaygılarımıza kadar çevrelenen keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Her dönemin hakkını vererek ve umudu kaybetmeyerek… Zira dijital sanat ortamında tekrar bir Osman Hamdi Bey yetişir mi, bunu zaman gösterecek.

Pera Müzesi, Türkiye’de modernizmin simge semti Pera’nın kalbinde ve köklerini de modern dönemden alıyor.

Bugün ise artık post modernizmi de aştığımız dijital bir çağ yaşıyoruz. Pera Müzesi günümüzde modern özellikleri ile nasıl bir işlev yürütüyor?

Pera dediğimiz Beyoğlu ve çevresi aslında ağırlıklı olarak 19’uncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupalı gibi yaşamaya öykünen insanların ve İstanbul’da yaşayan Batılıların çoğunlukla bir arada olduğu, Levantenlerin de bolca bulunduğu ve Batı ekseninde modernleşmenin kent içindeki küçük bir coğrafyadaki sembolüdür.

Bildiğiniz gibi Pera ismine ilişkin tarihi birçok söylence de bulunur. Haliç’in öbür tarafından buraya bakanların, “karşı” ya da “ötesi” anlamına gelen “Peran” ismini verdikleri söylenir.

Tabii bu konuda yüzde yüz doğru bir kaynak olmadığı kanaatindeyim ama bunlar destekli tahminlerdir.

Pera Müzesi, Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın kültür ve sanat alanındaki ilk kapsamlı projesidir. Haziran 2005’te kapılarını açtı.

Böyle bir müze kurmanın amacı Merhume Suna Kıraç’ın, eşi İnan Kıraç’ın ve kızları İpek Kıraç’ın katkılarıyla kurulan Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın, Vakfa ait olan koleksiyonlarını kamuoyuyla buluşturma arzusuydu.

Bunlar Anadolu ağırlık ve ölçüleri, Kütahya çini ve seramikleri ile daha ziyade Osmanlı’da gündelik yaşam, İstanbul kentinin 18’nci ve 19’uncu yüzyıl ile 20’nci yüzyıl başı görüntüleri, peyzaj ve manzaralar gibi unsurlardan oluşan nitelikli bir oryantalist resim koleksiyonudur. Bu üç koleksiyonu kurucu aile sanatseverlerle paylaşmak istedi. Bunun için de Pera Müzesi mekânı oluşturuldu.

Ancak hazırladığımız stratejik planda yalnızca bu koleksiyondan derlenen sergilerin yetmeyeceğini ve sanatseverlere yılın değişik dönemlerinde farklı sergiler sunmanın müzeye ilginin artıracağını düşündük. Bu nedenle bir anlamda motor etkisi yaratacak süreli ya da dönemli sergiler dediğimiz etkinlik paketini de mevcut stratejimize ekledik.

Yani yılın üç-dört aylık dönemlerinde açtığımız ve dünyanın belli başlı koleksiyonlarından kesitleri sanatseverlerle buluşturuyoruz. Dünyanın önde gelen sanatçıların seçme yapıtlarını sergilediğimiz ya da bizim ulusal ya da uluslararası kurumlarla işbirliği yaparak oluşturduğumuz sergileri sanatseverlere sunuyoruz. Bu Haziran 2005’ten bu yana böyle ilerliyor.

Pera Müzesi koleksiyonları…

Bunların değişik amaçları var. Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın temsil ettiği birtakım değerler olduğunu düşünüyoruz.

Tarihi değerler, birlikte yaşama kültürü, hukuk, adalet, satış pazarlama, ağırlık ölçüleri gibi tecimsel bir takım şeyler ve içinde inanç kültürü ile ilgili açılımlar da var.

Diğer taraftan herkesin daha ziyade İznik’e odaklandığı bir dönemde, kurucularımızdan Suna Kıraç ihmal edilmiş Kütahya’ya yönelerek gerçekten çok iyi bir koleksiyon oluşturmuş.

Biz de Vakıf olarak bunu devam ettiriyoruz. Koleksiyonu geliştirerek sürdürüyoruz.

Diğer taraftan hem İnan Bey’in hem Suna Hanım’ın ortak ilgi alanı olan resim, burada oryantalist resim olarak kendisini ifade ediyor. Burada elçiler var, ressamlar var, gündelik hayattan kesitler var, erkek imgeleri, kadın imgeleri, birlikte yaşam kültürü gibi birçok unsur var.

Biz Vakıf koleksiyonundan derlediğimiz sergilerle bu koleksiyonlardan her birinin ifade ettiği değerlere odaklanıp onları hem hâlihazırdaki sanatseverlere hem de gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyoruz.

Bunu yaparken zaman zaman değişik yaş gruplarındaki çocuklara hitap eden öğrenme programlarıyla, sözlü ve bilimsel etkinliklerle, eğer uygun projeler geliştirebiliyorsak müzik programlarıyla bunları pekiştirerek yolumuza devam ediyoruz.

Böylelikle geniş bir yelpazede zengin bir program ağıyla sanatseverlere hizmet vermeye çalışıyoruz. Bu resmin Vakıf koleksiyonları ile ilgili bölümü…

Sanırım bir de dönemli sergiler var?

Evet, bunları açarken önem verdiğimiz önceliklerden birincisi dünya sanatının belli başlı usta isimlerinin yapıtlarını olabildiğince nitelikli bir seçki halinde iyi sergilerle sanatseverlere sunmak. İkincisi dünyanın önde gelen sanat kurumlarıyla işbirlikleri geliştirmek…

Bu yerel olarak ülkemizin müzeleri ve üniversiteleriyle geliştirilmiş işbirliklerini kapsıyor. Diğer taraftan kişisel ve kurumsal koleksiyonculuğu teşvik etmek amacıyla tercih ettiğimiz sergiler var. Bazı ulusal ve uluslararası kişisel koleksiyonlardan derleyerek açtığımız sergiler var.

“Kurumsal koleksiyonculuğu da teşvik etmeye çalışıyoruz”

Yurtiçinden ve yurtdışından çeşitli kurumların koleksiyonundan derlediğimiz çok enteresan sergiler de var.

Örneğin Amerika’dan JPMorgan Chase Koleksiyonunun en güzel eserlerini ya da yapıtlarını buraya getirip sergilediğimiz gibi Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Koleksiyonundan bir seçkiyi de sergileyebiliyoruz.

Böylelikle kurumsal koleksiyonculuğu da teşvik etmeye çalışıyoruz. Kişisel koleksiyonlardan seçkilerle sergiler yapıp bu konuya ilgi duyan ve olanakları uygun olan insanları, bu alana da özendirmeye çalışıyoruz.

Yine sanat eğitimi veren üniversiteler ya da güzel sanatlar fakülteleriyle işbirliği yaparak öğrenci ya da genç sanat sergileri açıp okulun sanatsal karakteristiğinin ipuçlarını insanlara vermeye çalışıyoruz. Aynı zamanda o okuldan yetişen genç sanatçılara Pera Müzesi gibi hoş bir mekânda bir serginin parçası olma olanağı tanıyoruz ve onları teşvik etmiş oluyoruz.

Bu işleri yaparken stratejilerimiz var. Yani bunlar sergi projesi gelince hemen uygulamaya geçmiyor. Üstünde uzun uzun düşündüğümüz ve hem Vakıf hem Müze olarak koyduğumuz stratejiye uygun olduğuna kanaat getirdiğimiz projeleri takım halinde hayata geçiriyoruz. Ben bu takımın kaptanı olarak anlatıyorum bütün bunları ancak elbette birçok nitelikli oyuncusu var bu takımın. Biz bir ekibiz.

İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nü nasıl konumlandırıyorsunuz?

Aynı yaklaşım İstanbul Araştırmaları Enstitüsü için de geçerli. Bu yapı 2007 yılının Mart ayında hizmete soktuğumuz, ağırlıklı olarak Doğu Roma, Bizans ve önceki çağlar, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi İstanbul’una üç kademede odaklanan, araştırma kütüphanelerinden oluşan bir yapı. Aynı zamanda içinde bir referans kütüphanesi de var.

Diğer tarafta Pera Müzesi’nde yeteri kadar bu konuyla ilgili alan olmadığı için sanat kitaplığını da İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün bünyesinde okurlara ve araştırmacılara sunuyoruz. Araştırma Enstitümüz hep İstanbul odaklı işler yapıyor.

İstanbul odaklı çalışmalara da doktora ve post doktora düzeyinde burslar vererek, bu konuyla ilgili nitelikli çalışmaların destekçisi olduğunu açık ve net olarak ifade ediyor ve bu çerçevede bilim kurulunun değerlendirmesinde olumlu bakılan bir takım çalışmalar da kitaplara dönüştürülerek Araştırma Enstitümüz tarafından yayınlanıyor.

Ayrıca bizim iştigal sahamızla ilgili olarak teşvik ettiğimiz bir takım projelerin kitapları da buradan yayınlanıyor. Dolayısıyla Araştırma Enstitüsü bir taraftan bu hizmetleri verirken diğer taraftan da Enstitü binasının giriş katındaki galeride hep İstanbul odaklı daha ziyade araştırma ve bilimsel çalışmalara dayanan sergiler de açıyor.

“250 binin üzerinde arşiv materyali araştırmacılara ücretsiz sunuyoruz”

Bu Enstitü’nün zengin bir arşivi var. 250 binin üzerinde arşiv materyali okurlara ve araştırmacılara ücretsiz olarak sunulmuş vaziyettedir. Bunun yaklaşık 130 bini fotoğraflardan oluşmaktadır.

Fotoğraf arşivinin yaklaşık 10 bin adetlik bölümü, daha ziyade Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yani 19’ncu yüzyıl ortasından başlayıp 20’nci yüzyıl başına kadar uzanan bir yelpazede çoğunlukla Saray’a hizmet veren fotoğrafçılar tarafından çekilmiştir.

Çok kıymetlilerdir. Kalan bölümü ise Cumhuriyet Dönemi fotoğraflarıdır. Dolayısıyla Osmanlı’dan günümüze zengin bir yelpaze sunmaktadır.

Eğitim modern zamanların en önemli aracı ve bildiğim kadarıyla sizin de bu konuda önemli bir misyonunuz bulunuyor?

Eğitim bizim için olmazsa olmazdır. Vakfın kuruluş amaçlarından biridir. Biz, eğitim, sağlık, kültür ve sanat alanında topluma vermek amacıyla yola çıktık.

Bugün ise post truth dediğimiz ve dijitalin hüküm sürmeye başladığı bir çağdayız. Müze, bu modern misyonunu güncel ile nasıl dengeliyor?

Kapitalizm bize bir takım şeyleri dayatıyor. Hızlı üretmek, hızlı tüketmek gibi bir takım unsurlar var. Ancak araya beklemediğimiz bir anda giren Pandemi bu dijitalleşme sürecini zorunluluktan ötürü daha da hızlandırdı.  Biz Pera Müzesi ve İstanbul Araştırmaları Müzesi olarak Vakfın bu alandaki faaliyetlerini gösteren kurumları olarak hazırlıklıydık.

Tabii ki böyle Pandemi’nin geleceğini bilmiyorduk ama dijital teknolojileri daha önceden kullanmaya başlamıştık.

Örneğin ‘Google Art Institute’ içine Türkiye’den ilk giren özel müze olmak, sergilerde 3D, hologram gibi teknikleri kullanmak ya da ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ni sanal ortama taşıyıp özellikle ‘Z Kuşağı’nın ilgisini çekmeye yönelik dijital projeleri hayata geçirmek gibi girişimlerimiz vardı.

Pandemi başladığında biz zaten sergilerimizi üç boyutlu olarak gezilebilir hale getirmeye başlamıştık. Bu yüzden de o sürece biz avantajlı girdik. Dijital teknolojileri kullanan avantajlı bir altyapımız vardı. Tabii bu felaketten bir medet ummak ya da bir avantaj çıkarmak gibi bir şeyin peşinde değilim ama tesadüfen biz bu sürece avantajlı girdik.

“Pandemi dijitalleşmeyi hızlandırdı”

Öyle tahmin ediyorum ki bu süreçte Pandemi koşullarına rağmen fiziki olarak ilk sergiyi açan da biz olduk ancak bana göre Pandemi,  zaten var olan dijitalleşme sürecini hızlandırdı.

Dijitalleşmeyi zorunlu kıldı. Bu bir taraftan iyi de oldu. Çünkü insan ırkı her ne kadar bindiği dalı kesiyor olsa da Pandemi bize en azından bir dönem için başka türlü bir yaşam olabileceğini de gösterdi.

Daha sakin, daha yavaş, sağduyulu ve birbirimize daha saygılı bir yaşam olabileceğini gördük.

İşbirliği içinde birtakım projeleri hayata geçirebileceğimiz hatta bunu yaparken ekolojik kaygıları da dikkate alabileceğimizi bize gösterdi. Başka türlü bir yaşam olabileceğini gördük. Üç hafta ortada gözükmedik, Marmara Denizi’nde yunuslar cirit atmaya başladı, ortalık bir anda temizlenmeye başladı.

Doğa aslında kendisini çok iyi toparlıyor. Bize hiç ihtiyacı yok, tersine bizim ona ihtiyacımız var. Demek istediğim bu süreçte yapılan etkinlikler, uzaktan erişim zorunluluğu nedeniyle birtakım dijital işbirliklerini de beraberinde getirdi. Örneğin sanatçı buraya gelemediği için internet üzerinden bağlanarak buradaki yerel üreticilere yapıtın nasıl üretileceğini tarif etti.

Yine bu yapıtları, sığınmacı mülteci insanların üretim yaptığı atölyelerde yaptırarak bu işbirliğini de pekiştirmiş olduk. Küratör de yine uzaktan bağlanarak süreci tamamlıyor. Dolayısıyla biz o süreçte, bu tür uzaktan üretimler de yaptık. Dijitalleşme zorunluydu ama biz bu süreçte çok verimli işbirliklerini geliştirdik.

Tabii insan uslanan bir varlık değil, çok kısa bir dönem içinde kapitalizmin kurguladığı fabrika ayarlarına dönmeye başladık ve tekrar hızlı üret ve hızlı tüket durumuna döndük.

Sizce sanat bu dijital çağdan nasıl etkileniyor? Dijital sanat sizce sadece eskiyi yeni bir araçla yeniden anlatmak mı yoksa sanatsal içerik ve akımlara felsefi olarak farklı bir bakış getiriyor mu?

Dijital sanat sadece Kaplumbağa Terbiyecisi’nin içine bir gözlükle girmekten mi ibarettir?

Dijital teknolojiler bir sanat yapıtının üretilmesi sürecinde kullanılan araç gibi gözükmekle beraber dijital sanat öyle bir şey ki bugün hava durumu verilerini alıp onları kodlayıp ayrı bir yazılımla bir projeksiyon aygıtı üzerinden müsait bir ortama aktararak sanat yapabilirsiniz.

O adaya giren insanları da o atmosferin içine çekerek onların hoşça vakit geçirmesini sağlayabilirsiniz.

Sanat tarihçisi değilim ama 30 yıldır kültür sanat sektöründe yöneticilik yapan biri olarak söyleyebilirim.

Ben bu tür dijital uygulamaları aslında güncel sanatın dijital teknolojilerin uygulanmasıyla hayata geçirilmiş yapıtları ya da projeleri olarak görüyorum. Dijital sanat aslında güncel ya da çağdaş sanatın yani modern sanattan sonra gelen fazın bir parçası…

Dijital sanatın içinden tekrar bir Osman Hamdi Bey çıkar mı?

Çıkabilir. Onun gibi bir figür çıkabilir. Bu yapıtların bu kadar hızlı tüketildiği bu süreçte o isimler ve onların yapıtları ne kadar kalıcı olabileceğini bize zaman gösterecek.

Pek demlenmeye vakitleri olmuyor sanırım?

Çünkü hız unsuru, işaret ettiğinize olanak tanımıyor. Kimsenin bir şeyleri beklemeye sabrı yok. O yüzden de hayatımızdan birtakım incelikler yok olup gidiyor. Birbirimizi dinlemiyoruz ve anlamıyoruz. Her şeyi hızlıca yapıyoruz. Düğmeye bastığımız an her şey olsun istiyoruz. Hâlbuki eskiden öyle değildi. Belki bazılarımız daha mutluyduk.

Belki bu kuşaktan kuşağa geçen ve değişen bir durum ama ben bir tık daha sakin olmaktan ve sağduyuyla hareket edebilme lüksünü yaşamaktan yanayım ama dayatılan sistem ve teknoloji her şeyi hızla yapmaktan yana, insanları da adeta buna zorluyor.

Benim aslında bir diğer korkum da şu; ikide bir de genç insanlara George Orwell’ın 1984’ü yeniden okumalarını ve günümüzün koşullarına göre onu uyarlayarak yeniden değerlendirmelerini söylüyorum.

Çünkü korkum bu sistemin yavaş yavaş insanı insan yapan unsurları eline geçirerek binevi dijital faşizme insanları götürme tehlikesi…

1990’larda internet yayılmaya başladığı zaman hepimiz daha çok demokrasi geleceğini düşünüyorduk, değil mi?

Tabii çünkü nasıl kullandığınıza bağlı ve insanın doğasıyla ilişkili… Biz maalesef iyi kullanmıyoruz. İşletmecilikte x ve y teorileri vardır. İnsan iyidir, insan kötüdür gibi…

Bu teknolojinin gelişimiyle bilgeliğimizin de artmadığını anlamaya kadar gider, sanırım?

Evet, benim bu söylediğime karşı çıkan çok insan olabilir. Teknolojinin bizi bambaşka bir yere götürdüğünü ve geri kafalı olduğumu söyleyebilirler. Dinlerim de ama benim kişisel kaygım, bu durumun bizi dijital faşizme götürebileceğini düşünüyorum.

Çünkü her attığımız adım, kontrol ediliyor. Bu meselenin doğrudan kültür sanat ile ilgisi yok belki ama bu teknoloji orada da kullanıldığı için bir taraftan da bu işaret ettiğim kaygı yarınların kültür sanat üretimini de doğrudan etkileyebilecek bir unsur.

Belki örneğin totoliter rejimlerin dayatması ile farklı mecralarda, “medium”da gerçekleştirilen propaganda sanatı, günümüzde dijital teknolojilerle dijital platformlar üstünden farklı bir şekilde hayata geçirilecek ama yine propaganda sanatı olacak. Teknikleri farklı…

Diyelim ki tuval üstü ya da duvar üstü yağlı boyaydı öteki de dijital teknolojiler olacak.

Biz yine ne olduğumuzu ve nereye gittiğimizi anlamak için binlerce yıl önceki filozoflara dönüp danışacağız?

Tabii, bana göre fabrika ayarları önemlidir. Zamanın büyüklerinin söylediği sözleri dikkatle irdelemek gerektiği kanaatindeyim.  O yüzden size katılıyorum. O büyük düşünürlerin işaret ettiği hususları, özellikle girdiğimiz bu süreçte geri dönüp tekrar değerlendirmek ve birtakım şeyleri yeniden ayarlamak gerekir diye düşünüyorum ama bu artık bana göre bizim kontrolümüzden çıktı.

Yani kişisel olarak bunu kendi yaşam tarzımıza ayarlamak ve bu şekilde yaşmak isteyebiliriz, becerebildiğimiz kadarıyla ama toplumun büyük bir kısmı, “sürü” refleksiyle kaptırıp kendini gidecektir. Nitekim gidiyor. Ama tekrar sanata dönecek olursak ben her şeye rağmen en sıkıntılı zamanlarda bile sanatın gerçekten pansuman yapıcı ve hatta iyileştirici çok ciddi bir işlevi olduğu kanaatindeyim.

Peki, Cumhuriyet’in ilk kurulduğu yıllarda Türkiye’nin modernleşmesi hız kazandı.

Köy Enstitüleri örneğinde olduğu gibi sanat eğitimi de tüm bireylere, vatandaşlara ulaştırılmaya başlanmıştı. O dönemdeki atılımı düşününce sizce bugün ne durumdayız?

Bunun ağırlıklı olarak eğitim ile bağlantılı olduğu kanaatindeyim. Cumhuriyet’in ilk yıllarında o kuruluş ya da farklı bir yapı altında yeniden var olma sürecinin olumlu rüzgârı hem geniş halk kitlelerini çok olumlu anlamda etkiledi hem de bir eğitim seferberliği vardı.

O süreçte verilen eğitimin günümüze göre çok nitelikli olduğu muhakkaktır.

Klişe bir söylem ama o dönemin bir lise mezunun bu dönemin üniversite mezununu cebinden çıkaracağı kanaatindeyim. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Köy enstitüleri de bana kalırsa çok önemli bir kalkınma hamlesiydi.

Buna tabii müzeler üzerinden de örnek verebiliriz. Eğitim söz konusu olduğunda Cumhuriyet’in müzecilik alanındaki yatırımlarından söz edebiliriz, sanırım?   

O süreçte devletin, hükûmetlerin kültür politikaları bu alanı zenginleştirmeye yönelikti. Yaşadığımız bu dönemde ağırlıklı olarak son 25 yıldır, aslında ilk hamle 1980’de ilk Türk özel müzesi olarak Sadberk Hanım Müzesi’nin kurulmasıyla başlamıştı. Özel müzecilik bağlamında 1990’ların sonunda, 2000’lerin başında bir patlama olduğunu söyleyebilirim.

Ama o ivme nitelikli özel müze sayısının beklendiği kadar artışıyla devam etmedi günümüze kadar. Yani hâlâ biz 2002, 2004, 2005 yıllarında açılan Sabancı Müzesi, Pera Müzesi ve İstanbul Modern gibi müzelerle oylumuza devam ediyoruz. Tabii ara ara Odunpazarı Modern gibi ya da Elgiz Müzesi gibi müzeler de var ama o zamanki ivme devam etmedi. Bunun altında ekonomik meselelerin de yattığı kanaatindeyim.

Özel sektörün bunu bir yatırım olarak algıladığını varsayarsak bu işler sonuçta kapital meselesidir. ,

Ülkenin para meselesi ne kadar iyi gider, eğitim kalitesi de ne kadar yüksek olursa bu alandaki nitelikli girişimlerin sayısı ve niteliği de yüksek olur kanaatindeyim. Hâlâ bir umut görüyorum. Ekonomi iyileşirse ve eğitimi belli bir noktaya çekebilirsek kültür ve sanat alanında da diğer alanlarda olduğu gibi bir iyileşme göreceğimiz muhakkaktır.

İnsanların günlük hayatına sanatı dâhil etmesi yaygınlaşacak?

Öyle olabilir çünkü Cumhuriyet’in ilk yıllarında yani altın zamanlarda çok olumlu bir hava var. Eğitim kalitesi yüksek kendisini bu işe vakfetmiş öğretmenler var.  Onlara bağlı öğrenciler var, kenetlenmişler ve çıtayı sürekli olarak yükseltiyoruz. Daha sonra işte araya politik süreçler, darbeler vs giriyor.

Bunlar ekonomik sorunları da beraberinde getiriyor. Ekonomi tabii özellikle uluslararası bağlantılar anlamında hukuk ile de çok bağlantılı bir şey… Dolayısıyla ben ne kadar geniş kapsamlı ve nitelikli eğitim verirsek insanları kültür ve sanata daha fazla çekebiliriz, diye düşünüyorum.

Zaten aslında vermemiz gereken eğitimin çok önemli bir bileşeninin sanat olması gerektiği düşüncesindeyim. Benim bir görevim daha var. Türkiye Eğitim Gönülleri Vakfı’nın yönetim kurulu başkanıyım.

Bu meselelere de biraz olsun aşinayım. Sanatın eğitim programlarında yaratıcılığı tetiklemek bağlamında ne kadar önemli olduğunu biliyorum. O yüzden içine sanatı sokarsanız o programı bitirmiş olan çocuklar, otomatikman kültürü ve sanatsal etkinlikleri özümsemiş insanlar olacaklar. Bu tür insanlara nitelikli işler sunduğunuz zaman karşılığını çok daha rahat görürsünüz. Böyle bir paslaşmayla bir oyun oluşur ve çıta yükselir. Bu sanatsal üretimi de etkiler.

“İstanbul çok zor bir kent ve eklektik”

Sizce İstanbul 19’uncu yüzyılda Batı’nın oryantalist gözüyle anlatıldığı gibi masalsı kent mi yoksa bambaşka bir yüzü mü var?

Tabii oryantalizm meselesi başka bir şey ve Batılının bize nasıl baktığı, burayı nasıl gördüğünü anlatıyor. Bunun sanata yansıması da özellikle görsel sanatlarda resim bağlamında oluşturulmuş farklı bakışlardır.

Yani Fransız’ın kafasındaki oryantalizm ile İngiliz’in bakışındaki birbirinden farklıdır. O coğrafyalardan buraya bakanların ne imgelediği ne gördüğü ya da neyi hayal ettiği zaman zaman benzerlikler gösterse de ülkenin yaklaşım karakteristikleri dikkate alındığında farklılıklar da arz ediyor.

Örneğin bazıları daha erotik ve fantezi birtakım imgelere yüklenirken ötekiler daha gerçekçi imgelemler ile yoluna devam ederek farklı eserler üretebiliyorlar. İstanbul örneğin 18’nci ve 19’uncu yüzyılda da kirli, pis ve çok fazla eleştirilecek tarafları da olan bir kentti. Bu coğrafyanın özellikleri var.

Haliç’teki gün batışı gibi unsurları, Feliz Ziem gibi İstanbul’un yalnızca bu özelliğine âşık olan Venedik ekolünden, oradaki güneş batışını burası ile kıyaslayarak eser üreten onlarca romantik insana ilham vermiş bu kent.

Ama o zaman da kim bilir ne kadar kötü manzaralar vardı, kirli ya da hijyenik olmayan mahalleler vardı. Aslında hiçbir şey kafamızda düşündüğümüz gibi çok romantik ve steril değil. Günümüzde de baktığımızda İstanbul çok zor bir kent ve eklektik.

“İstanbul birkaç on yılda ya da yüzyılda bir tekrar kozmopolit hale geliyor”

Bir sürü şey zamanla birbirinin üstüne eklemlenmiş ve özellikle son aldığı göçü dikkate aldığınızda farklı kültürlerden milyonlarca insanın bir araya geldiği zorunluluktan ötürü biraz da bana göre bu kentin belli bir ritmi var. Birkaç on yılda ya da yüzyılda bir tekrar kozmopolit hale geliyor.

Rejim değişiklikleri, siyasi dalgalanmalar söz konusu olduğunda, onların getirdiği modellere göre bu yapı tekrar seyrelebiliyor sonra da başka bir ivme kazanabiliyor. Şu anda çok ciddi bir göç ve çok kültürlülük dönemindeyiz. Baktığınız zaman adeta Afrika gettoları, Arap coğrafyasından gelen insanların oluşturduğu mahallelerle ayrı ayrı getto gibi yapılar oluyor kentin içinde.

Tabii ki 19’ncu yüzyıldaki Pera’nın çok kültürlü yapısından başka bir çok kültürlü durumdan bahsediyoruz?         

Tabii, Batılı’nın daha seyreldiği bir çok kültürlülükten bahsediyorum. Sizin sözünü ettiğiniz dönemlerde çok daha fazla gayrimüslim insanımızın yaşadığı bir kentken 6-7 Eylül garabeti gibi yaşadığımız şeylerden ötürü cilamız ve rafine tarafımız örselendi belki. Ama bu bir eğitim ve kültür meselesi. İyi bir eğitim politikası ile genç kuşaklara bir şeyleri anlatabilirdik. Pek beceremedik onu. Araya birtakım siyasi sorunlar da girdi.

Geldiğimiz noktada ben her şeyin nitelikli eğitim ile aşabileceğine kanaat getirmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Eğitim olmazsa olmazımız. Her iş elbette ki hükûmetlerden beklenmemeli. Böyle bir konuda özel sektörün de mutlaka elini taşın altına koyması ve ülke insanının eğitim bağlamındaki çıtasının yükseltilmesi için gerekli sorumlulukları alıp inisiyatif göstermesi icap ediyor.

Bu bazı kurumlarca on yıllardır yapılıyor zaten ancak kapital sahibi yepyeni kurumlar da var. Onların da bu alanlara odaklanarak çağdaş eğitime destek vermelerini arzu ediyorum. Öyle olursa o yapı kültür ve sanatla da beslenerek daha renkli hale gelecektir.

Bunu bir borç olarak görmeleri gerekiyor sanırım?

Şüphesiz… Yani 21’nci yüzyıl yaratıcı endüstrilerin başat durumda olacağı ve dijitallik başta olmak üzere teknolojinin lokomotif olarak çekip götüreceği bir yüzyıl olarak belirdi. Dijital teknolojilerin başat olacağı bir yüzyıl yaşamaktayız. Bu böyle artarak devam edecek ancak dilerim, korktuğum gibi dijital bir faşizme dönüşmez.

Dilek Karagöz         

 

                                        

Paylaş

Son Yazılanlar

Ekşi mayanın aşkı Mayadan Tatlar

Farkında mısınız bilemiyorum? Bi’Nevi Gazete’de yazdığım, sizlere tanıtmaya çalıştığım yerler, genel olarak kıyıda köşede kalmış, yol üstü değil de ara sokaklarda yer alan, keşfedilmeyi bekleyen

Benim dertli, küskün ayım mayıs

Ayrıcalıklı yaşanmışlıklarından bize kalanlar bir yana, yılın her ayının zihnimizdeki karşılığı; sınıflarımızın duvarlarına asılmış panodaki resimlerle, yanımız sıra kültürün bağ ve hasadından kalma görüntülerdir. Bu

ABD’de enflasyon düşecek mi?

Borsa İstanbul haftayı 10218 puandan yüzde 0.57 düşüş ile kapattı. 10383 ile yeni rekor geldi. Ons altın haftanın sonuna doğru yeniden toparlandı ve haftayı 60

Eflatun bi başka ruh, bir filozof

Öylece baktım bizimkine, çaresizce, benim için çaresizlik, onsuzluktu, bizimkinin yanımda olamamasıydı, ne hırladım, ne mırladım, “ben sadece seni çok sevdim,” der gibi baktım. Bir tek

Sporda galibiyet öncelikli hedef mi?

Genç kadın galibiyete daha da yakın olan sporcuydu. Karşılaşmanın favorisiydi. Bu karşılaşmada ve turnuva sonunda alacağı puanlar dünya şampiyonası ve sıralamasına da etki edecekti. Üstelik

Hayattayken mülkünü nasıl devredersin?

Sahibi olduğu mülkünü hayattayken bir yakınına vermek isteyenler genellikle satış yoluyla tapu devrini tercih ediyor. Ancak amacınız sizden sonra sorunsuz bir mülkiyet devri ise satış

Borsa Yükseliyor, Altın Yol Ayrımında

Borsa İstanbul yüzde 2.29 artış ile 9915 puandan haftayı kapatırken, Nisan ayı boyunca iyi bir performan sergileyerek yüzde 8.46 değer kazandı. Yıl başından bu yana

Jeopolitik risk ve TCBM

Borsa İstanbul haftayı yüzde 1.23 kayıpla 9693 puandan kapattı. Ons Altın 2390 dolar seviyesinden haftayı kapatsada satış baskısının etkisi ile bu haftaya başladı. Dolar 32.59,