Özen Yula ile “Ülkemde ve dünyada olanları serinkanlı bir bakış açısıyla izledim” dediği on iki yıllık bir aradan sonra yayımlanan romanı “Her Zerre Kara”yı konuştuk.
İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, bilen ile bilmeyenin birbirine girdiği, ayırt edilemediği, hepimizin kafalarının karıştığı, karıştırıldığı zamanlar… Buradan bir bütünlüğe ulaşabilecek miyiz, henüz bilmiyoruz. Ama hayatımızın ve toplumun her alanına sirayet eden bu girift bulanıklıkta yol bulmak, istikrarla o yolda devam etmek şu anda başlı başına bir mesele. Üstelik bu bulanıklıktan en “kârlı” ve üstün çıkan, şimdilik “yolunu bulanlar” gibi görünüyor. Bu çağa mı özgü bu? Tabii ki hayır… Ancak bu zamana özgü durumlar da var elbet.
Özen Yula diyor ki, aynalar çoktan kırıldı!
“Kırılan, parçalanan, ufalanan, ezilen gerçeklik durumları ise yeniden başka bir gerçeklik algısı içinde kurulmaya uğraşılıyor. Aslında ‘görmeme’, ‘işitmeme’, ‘erteleme’ üzerine kurulu bir ‘yenilik’ sancısı yayılıyor sosyal ve kültürel iklimimize. Umursamadıkça özgürleştiğiniz; ancak bir o kadar da özünüze yabancılaştığınız bir yapı… Ötekileştirme kültürü yaygınlaşıyor.”
“Her Zerre Kara” diyerek çektiği bu fotoğrafı, keskin zekâsını nezaket ile harmanlayarak anlatıyor. Ezberlere sığınmayan bir dille… Belki de daha önemlisi, bu tabloya bakıp enseyi karartmamayı, hırsa kapılmamayı başararak…
“Toplumun her kesimine hakiki bir ‘yeni’ kavramı gerekiyor” diyen Özen Yula’nın söyledikleri, yüreğimize su serpiyor, kulağımıza küpe oluyor; “Hiçbir zaman insana dair inancımı yitirmedim ben. Su akar, yolunu bulur. Hayatta en çok buna inandım.”
Bu kitabı yazmak nasıl bir ihtiyacın sonucuydu? Kitabın insanlara, topluma, okuyanlara ne katmasını hayal ettiniz?
On iki yıl boyunca daha çok ülkemde ve dünyada olanları izledim. Serinkanlı bir bakış açısıyla izlemeye çalıştım hepsini. Görünenin altında ve derin yapıdakini bir lunaparkta gezermiş gibi anlatmak istedim. O renklilik, çok sesliliğin üzerine serili duran tentenin altında neler var, onu beraber bulalım istedim.
“Çatlakları kolay kolay onarılamayacak bir gerçeklik algısı”
Sizce, toplum olarak gerçeklik algımızda nasıl değişimler yaşıyoruz?
Hakikat değişmese de gerçeklik durduğunuz yere, zaman ve zemine göre değişiyor. Kırılan, parçalanan, ufalanan, ezilen gerçeklik durumları ise yeniden başka bir gerçeklik algısı içinde kurulmaya uğraşılıyor. Sanki iki dünya var iç içe geçen. Ama asıl hakikat o iki dünyanın garip armonisi üzerine kurulu zaten. Muallakta olan ve çatlakları kolay kolay onarılamayacak bir gerçeklik algısı var artık.
“Şimdiki an kaygısı kevgire dönmüş”
Gerçeklik algımızdaki kırılma ve bulanıklık, nasıl bir “yeni”nin kapısını açıyor?
Aslında ‘görmeme’, ‘işitmeme’, ‘erteleme’ üzerine kurulu bir ‘yenilik’ sancısı yayılıyor sosyal ve kültürel iklimimize. Umursamadıkça özgürleştiğiniz; ancak bir o kadar da özünüze yabancılaştığınız bir yapı kuruluyor ister istemez. Mütemadiyen tekrarlanan bir ayrıştırma, ötekileştirme kültürü yaygınlaşıyor; farklılıklar aşırılık olarak görülüyor. Yoksunluğunun ve yoksulluğunun farkına varmak istemeyen bir ‘şimdiki an kaygısı’ kevgire dönmüş şemsiye gibi açılıyor gündelik telaşların üzerine.
Kendi ruh halimizle dışarıdakilerle kurduğumuz iletişim ve dışarıya yansıttıklarımız arasında nasıl bir senkron kayması var? Kitapta toplumdaki şiddetin temelinin bu olabileceğini söylüyorsunuz.
Senkron kaymaya başlayalı uzun bir zaman oldu. Kişinin kendine yabancılaşması ve umudunu bir yerlerde bırakması çok acı. Çünkü umudu kalmayan kişi kendine, umudunu yitirmeye başlayan toplum ise içindeki farklı kültürel, sosyal yapılara zarar verir. Muhakkak o ruhunu geride bırakmış, ileri gitmeye uğraşan gövdeye bir senkron ayarı yapılmalı. İnsanın iyiliği ve özsaygısını yitirmemesi için gerekli bu.
“Hakiki bir ‘yeni’ kavramı gerekiyor toplumun bütün kesimlerine”
Bunun sağlıklı işler hale getirilmesi sadece bireylerin gelişimine mi bağlı yoksa toplumda başka hangi dinamikler gelişmeli?
Sadece sağlıklı bireylerin yetişmesi ile olmaz bence. Gerekli, ancak yeterli değil bu. Asıl, toplumsal yapıyı çalışır kılan bütün dinamiklerin gelişmesi gerekiyor. Sadece ‘geleneksel’i yanlış yerden kuran bir bakış açısının dayattığından farklı bir biçimde, gerçek özümüze yönelen taze ve ferah bir bakış atılması gerekiyor hayatın bütün kurumlarına ve değerlerine. Belki unutulan bir değerler silsilesinin yeniden kurulması, kurumsallaştırılması gerek her bünyede. Hakiki bir “yeni” kavramı gerekiyor toplumun bütün kesimlerine.
“Bir insan ne zaman insan olur?”
Karakterlerinizde ortaya çıkan amorf bir bulanıklık, gerçekte nasıl bir ruh halinin tezahürü?
Her Zerre Kara’yı şu an en tarafsız şekilde bakıp gördüğüm neyse, yani ortada olan durum neyse onu kavramak için yazdım biraz da. Önce kendimce bir yol bulup oradan akmam gerekiyordu anlama çabamı geliştirmek için. Bir insanı temel hasletlerinden uzaklaştıran bir dünya devri yaşıyoruz. Her yerde herkes ya bir şeylerden dert yanıyor ya da çok memnun durumundan. Bu roman yolculuğunun ilk durağında, kişilerin bulundukları yerleri, koordinatları saptayıp anlamak gerek. Düşmüş insanla, onu görmezden gelen insanın ortak dünya gaileleri ne olabilir ki? Ondan da öte aynı dili konuşup ortak cümleler ortaya koyabilirler mi? Bir adım ötesi aynı kelimeler aynı anlamı ifade eder mi bu farklı insanlar için? Ve asıl soru: bir insan ne zaman insan olur?
“Öğrenmek bana hareket alanı sağlıyor”
Bireysel olarak gelişmenin peşinde olsak da yaşadığımız toplum yeterince gelişmemişse bir noktadan sonra ayaklarımıza taş bağlanır. Okurken hissettiklerimden biri de buydu. Siz, kendinizi bu duruma karşı koruyabiliyor musunuz? Nasıl?
Bu dünyada hiç kimse kendini böyle durumlardan koruyamaz. Zaten koruyabilmesi de eşyanın tabiatın aykırı. Dünya tarihi boyunca insan ırkı her dönemde benzer durumları yaşadı ve hiç ders almadı. Ama bunu besleyen bir neden-mantık silsilesi ile düşündüğümüz için de bu yapının dışına çıkabilecek bir üçüncü seçeneği keşfetmekten çok uzağız. Keşke yeni bir düşünce sistemi oluşturabilsek! Kendi adıma her gün birkaç yeni bilgi öğrenmeyi düstur edindim. İşime yarar-yaramaz, ama öğrenmek bana kendimce bir hareket alanı sağlıyor.
“Belki mizahla başarırız”
İnsanın yaşadığı her çağda haksızlık, acı, adaletsizlik ya da insanların birbirine maddi ve manevi zulmü olmuş. Sizce bu zamanın ve yeni İstanbul’un farkı ne?
Bütün bu dediğiniz duruma karşı da insanlar kendilerini tarih boyunca ya mizahla, ya kara komediyle, ya ironiyle rahatlatır olmuşlar. Çünkü bu dünyanın zulmüne ve kederine karşılık emniyet supabı gerek. Sadece futbol maçlarıyla rahatlayabilen bir yapı ise daha tuhaf bir ferahlama durumu bu dünya için. Zaman içinde, Bizans’ta iki ayrı takımı tutarak ortalığı birbirine katan taraftarlardan daha farklı bir kafa yapısına ulaşmış olmamız iyi olurdu bu dünyada. Bunu da belki mizahla başarırız. Ama yeni İstanbul ne kadarına izin verirse o kadarıyla elbette. Yoksa akışta başka yollar da belirir belki, bilemiyorum. İnsanlar her zaman bir yolunu bulmuşlar tarih boyunca.
Sizce bu çağda yaşadığımız toplumda insanların aynalarla nasıl bir ilişkisi var?
Aynalar çoktan kırıldı. O kırık ayna parçalarında ne kadar görebiliyorsak o kadar varız ve dünya da o kadar var bizim için.
Kitapta Aybüke İlgin gibi bu sistem içinde “kazanan” bir karakter var. Onun gibi karakterler bu sistemin neyi oluyor?
Bu roman kişisi aslında sistemin varlık sebebi, sessiz ortağı. Ama bir yazar olarak ben de, konuşlandığı yer açısından onu tanımaya, nedenlerini görmeye çalıştım.
Metafizik ve bilimi bir ara düşünmeyi mümkün kılan bir çağ…
Kitapta “tasavvuf” kelimesiyle özelleştirdiğiniz metafizik ile bilimi bir arada düşünmeyi mümkün kılan sizce nedir?
Yazar olarak bunu söyleyen ben değilim. Bunu mütedeyyin dünya görüşüne sahip genç bir kız diyor. Ben de kişisel olarak, böyle özelleştirilebilecek bir durum olmadığını, ama ikisini bir arada düşünmeyi mümkün kılan yeni bir çağa tanık olduğumuzu düşünüyorum. Belki bu da metafizik ve bilim gibi iç birimlerinde ve gelecek tahayyüllerinde muğlak olan; ama kendi alanlarının sınırlarını genişletmek konusunda muhafazakâr olan alanları bir arada değerlendirmeye ilişkin yeni bir aydınlanmanın ön bilgisidir. Bu arada metafizik derken kastım hurafe değil elbette!
“Kurnazlık zehrinin hakiki panzehiri zekadır”
Toplumda her konuda, durumda ve ilişki biçiminde iktidarını pekiştiren bileni bilmemekle suçlayıp en önemlisi de bilenin kullanacağı argümanları kullanarak ona karşı üstünlük sağlamaya çalışan bir tavır yaygınlaşıyor. Kitabınızda da bahsettiğiniz binlerce yıllık öğretileri yeniden keşfeden kişisel gelişimciler gibi. Sizin bu tavır karşısında öneriniz nedir?
Kurnazlık zehrinin panzehiri hakiki zekâdır. Ortak bir toplumsal zekâdan söz ediyorum burada. Bu da bizim toplumumuzda farkındalık süreciyle çıkıyor karşımıza: sağduyu. Bu kullanılsa ne iyi olur! Aydınlanma iki kişinin beraber yaşadığı bir durum değil sadece, bütün toplum bir araya geldiğinde daha berraklaşır.
“Su akar yolunu bulur”
Umutsuz biri misiniz? Her zerre kara görünen bu tabloda sizin için umut edilecek hiçbir şey yok mudur?
Olmaz olur mu hiç; var elbette. Yeni gelen kuşak. Belki onlara çok sorumluluk yüklüyorum. Bir zaman bizden büyüklerin bizim kuşağa yüklediği gibi. Ama bu da insan olma geleneğindeki umudun sürdürülebilirlik durumu bence. Hiçbir zaman insana dair inancımı yitirmedim ben. Su akar, yolunu bulur. Hayatta en çok buna inandım.