İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Yayınları Yayın Yönetmeni Ahmet Bozkurt ile “Evvel Zaman İçinde İstanbul” kitabı için buluştuk. “Şu anda Türkiye’de olmayan bir yayıncılık yapıyoruz” diyen Bozkurt’un iyi olanın her zaman var olduğuna ve var olacağına dair inancını görünce umudumuz güçlendi.
Bozkurt ile yayıncılıktan tutun da İstanbul’a, kültür endüstrisine ve toplumsal ilişkilerimize kadar sürüp giden uzun sohbetimizin birinci bölümü ile karşınızdayız.
Türkiye’de yapılan antolojiler özensiz
Evvel Zaman İçinde İstanbul nasıl bir ihtiyaçtan doğdu?
Türkiye’de yapılan antolojiler özensizdir. Genelde birbirini tekrar eder, hep aynı şeylerdir. Bu tarz antoloji maalesef yok ve bu çalışma tektir. Antolojilerde kaynakça olmaz, nereden alındığı belli değildir.
İlk baskısı ikinci baskısı üçüncü baskısı mı olduğu belli değildir. Çünkü yazar yaşarken o metni sonradan değiştiriyor ama bu detay antolojide belirtilmiyor. Hâlbuki derleyici o metnin farklı versiyonlarını da bilmesi gerekiyor. Asıl kaynağa gitmeden birebir başka bir antolojiden almak zaten doğru değil ama Türkiye’de yapılan antolojilerin genelde böyle bir tekrar eğilimi var. Şöyle söyleyeyim; her zaman ihtiyacı bilmek çok önemli.
“Şu anda Türkiye’de olmayan bir yayıncılık yapıyoruz”
Evvel Zaman İçinde İstanbul, uzun yıllardır yaptığım çalışmaların sonucu… Yoğunluklu olarak belli bir sürece yaslanıyor ama buradaki tüm metinlerin hepsinin seçilmesi ve belli bir imbikten geçmesi, en doğru ve nihai metni bulmak, elbette bir zaman alıyor. Böyle bir kitabın oluşması için binlerce sayfanın içinde geziniyorsunuz. İşin açıkçası ortaya çok geniş kapsamlı ve geniş katmanlı bir iş çıkıyor ve o kadar ki bu sefer birçok metinden feragat etmeniz gerekiyor. Yoksa bıraksak ciltler ortaya çıkacaktı. Kitap kendi içerisindeki bölümlerini de hesap ettiğinizde çok damıtılmış metinler görüyorsunuz.
Kitabın içeriğini neye göre tasnif ettiniz?
Toplamda baktığınızda yirmi iki bölüm var ve bu bölümlerin her biri, birer kitap olabilecek içeriğe sahip. Aslında bu başlıklar altında bir İstanbul Ansiklopedisi de oluşturabilirdim. Bunlar yine niyet ve düşünce olarak var. Bu kitabı da o anlamda giriş kitabı olarak düşündüm. Hiçbir şeyden sakınmayarak, yazarları ve metinleri bölümleyerek sunmamın bir sebebi de buydu.
Kitabın ilgisinin ne kadar geniş bir sahaya yayıldığının görünmesi için de özellikle kaynakça kısmında da İstanbul ile ilgili görünen görünmeyen bütün kaynakları belirttim. Bütünlüklü bir İstanbul kaynakçası olma iddiasında değildir ama çok geniş, iki bine yakın bir kaynak içerir. O yüzden seçilmiş metinler üzerinden çok geniş bir alan ve İstanbul araştırma çalışması olabilir.
“Amacım resmi bütünüyle ortaya koymak”
Evliya Çelebi, Ahmet Haşim, Ahmet Rasim gibi İstanbul ile hemhal olmuş, İstanbul’u anlatan ve İstanbul ile özdeşlemiş, İstanbul sevdalılarının metinleri var kitapta. Biraz da o nostaljik havayı da veriyor ama benim derdim aslında hem Evvel Zaman İçinde İstanbul hem de Şiirlerde İstanbul kitabımda yekpare, gelişigüzel ve hep yapılagelen bir İstanbul güzellemesi yapmak değildi. Hiçbir zaman… Amacım, resmi bütünüyle ortaya koymak.
Ve bir şey söylemek?
Tabii…
Genelde İstanbul bilinen resmi tarihi ya da yapıları üzerinden konuşulur ama sizin çalışmanızda yaşam kültürü öne çıkıyor.
Kesinlikle… Zaten kitabın giriş yazısında “Seyreyle Temaşayı İstanbul İçinde” başlığı, temayı ön plana koyuyor. Baktığınızda İstanbul, tarihin her döneminde kozmopolit bir kent olmuş. Bütün kültürlerin, medeniyetlerin, yaşamların hepsinin iç içe olduğu bir kent ve bunu her dönemde de yaşatmayı bilmiş. Bütün renkleriyle yaşamayı bilmiş. Bizlere dayatılan, gösterilen bir İstanbul imgesi her zaman var fakat İstanbul bir kere böyle bir kent değil.
“Dünya üzerinde çok fazla örneğine rastlanılmayacak kadar ikonik bir şehir…”
Evet, masalsı bir şehir ve her yönüyle her zaman ön planda ama kendi yolunu her zamanda çizmiş ve o yolda da hep ilerlemiş. Üstünde barındırdığı kültürlerle, yaşamlarla ve insanların hep ürettikleri ile var olmuş ve onları katman katman işlemiş. İstanbul’u kazıdıkça her yerden bir kültür, bir yaşam ve bir değer fışkırıyor. Bunu bilmek, anlamak ve özümsemek önemli… İstanbul’u tek bir kültür ile tek bir medeniyetle ve tek bir bakışla görmek, anlamak, bilmek mümkün değil.
Sihirli sözcük kozmopolit olsa gerek?
Tabii… Yoksa İstanbul’un yanlış anlaşılmasına sebebiyet verir. İstanbul bir kere her şeyden önce böyle bir kent… İstanbul sadece şiirlerde, romanlarda, öykülerde olduğu gibi hep böyle güzellikleri dillere destan da değil. Evet, güzellikleri dillere destan olabilir ama aynı zamanda dillere destan olan güzelliklerin yanında sorunların da olduğunu bilmek gerekiyor.
Bedellerini de içinde barındırıyor, sanırım?
Evet, Divan şiirinde İstanbul’un güzelliği, pek çok ülkeden ve Acem ülkesinden kat kat daha üstün olduğu anlatılır, hülyalı bir anlatım vardır. Hep bir masal şehri anlatılır.
Tabii tabii… Oryantalizmin etkisiyle zaten bu yapı resimde çok fazlasıyla öne çıkar. Gravürlerde o Doğu imajının Batı’da öne çıkan figürlerinden birisi İstanbul’dur. Bir hayal şehri, masal şehridir. Yani çirkinlikler pek yansımaz. Çamurlu sokaklar görünmez, sorunlar görünmez ama sefahat, eğlence, cennet bahçelerinin olduğu müthiş bir imgesellik ve hayal âlemi boca edilir.
Ütopik masal şehri İstanbul
Çünkü orası Batı’nın ulaşamayacağı, hayal edip yaşamak istediği, ütopik bir kenttir. Doğu hep bu şekilde kodlandığı için, İstanbul da o kodlamanın, sistematiğin içinde çok belirgin olarak öne çıkan kentlerden birisidir. O yüzden her dönemin gezginlerine ve yapılan anlatımlara baktığınızda, İstanbul’dan sürekli bir masal şehri olarak bahsettiklerini görürüz.
Çarpıklıklardan da bahsederler ama nihayetinde bunlar yazılı kaynaklar olduğu için bazı şeyleri de biraz üstüne koyarak anlatırlar. Nihayetinde bütün bunlar dünya yazınında, kültüründe artık Canon için bir şey ifade eder ve insanlar da artık İstanbul denen kentin ne menem bir şey olduğunu görmüş, bilmiş olur. Hep İstanbul’u görmek, bilmek istemek gibi bir niyetleri vardır.
Bu kitap İstanbul’a daha gerçekçi bir gözle bakmayı sağlıyor, diyebilir miyiz?
Oryantalist bakışı düşünürsek mesela Ahmet Haşim’in “İstanbul Hakkında Bir Ecnebi ile Muhavere” metni aslında Bir Batılının İstanbul’a gelmesi, İstanbul ile ilgili tüm duygu ve düşüncesinin, bir Doğulu Osmanlı aydını, şair ve yazar tarafından nasıl algılandığını gösterir.
Çünkü çok örnek ve önemli bir metindir. Aslında oryantalizm tartışmalarında bile fazlasıyla belki öne çıkması gereken metinlerden biridir. Edward Said belki bu metnin farkında olsaydı oryantalizm literatürüne başka şeyler de katabilirdi. Çünkü Ahmet Haşim, bütün o Batı’nın İstanbul ve Doğu algısını yerle yeksan eden bir metin ortaya koymuş.
“Biz bir hayal şehri değiliz. Siz bunu hep böyle görürsünüz” diyerek o gerçek ve hayal dengesini o kadar somut şekilde ortaya koyan bir bakışı vardır ki baktığınız zaman bu sosyoloji ve siyaset literatürüne de çok katkı sağlayabilecek bir metindir ama bir taraftan da Evliya Çelebi tılsımlardan bahseder. Tabii Evliya Çelebi’nin çok önemli metinleri de var. Ahmet Refik’in tarih çalışmaları, yine Ruşen Eşref’in metinleri… Bunlar hepsi yazınsal olarak gerçekten güçlü metinlerdir.
“Osmanlı’da İstanbul’a dair çok fazla bir şey yok”
Bir tarafıyla da İstanbul’un gelenek görenek, adet, yaşam biçimiyle bilmediğimiz ya da artık bulamayacağımız birçok konuyu ilk kaynaklarından veriyor kitap. O yüzden buradaki isimlerin ana kaynağa en yakın isimler olması benim için çok önemli. Çünkü İstanbul hep yazılmış, anlatılmış ama aslında Osmanlı’da İstanbul’a dair çok fazla bir şey yok.
Evet, şehrengizler yazılıyor ve Divan Edebiyatı’nda çok köklü bir İstanbul güzellemesi var. Halk şiirinde ise daha başka boyutta bir İstanbul var ama İstanbul bütün yönleriyle çok var olmamış. İstanbul’un Bizans geçmişi, Antik geçmişine dair hiçbir şey yapılmamış. Bunu ilk kıran çok geç bir dönem de olsa İhtifalci Mehmed Ziyâ Bey’dir. İhtifalci Mehmed Ziyâ Bey, İstanbul’un Osmanlı’dan önceki o antik ve Bizans geçmişini de bütün detaylarıyla, gelenek görenek ve kurumlarıyla ilk yazan isim.
İstanbul üzerine çok konuşulsa da insanlar İstanbul’u tüm yönleriyle tanımaz. Sizce neden?
Aslında kronik bir sorunumuz var. Bu sadece kent kültürüyle ilişkili bir şey değil. Edebiyatımızda, sanatımızda, tarihimizde, tüm bu toplumun artık kangren olmuş bir yarası… Çünkü anlamak, düşünmek, okumak, gittikçe bu topluma daha yabancı şeyler… İnsanlar artık bunu farklı bir şekilde algılıyor. Artık yönelişleri çok farklı, düşünceler farklı ya da bunu bir yaşam gailesi parantezi içerisine alıp tamamen kapatıyor. Ekmek kavgası dediğinde orada bu konu kapanıyor.
“Kültür konusunda sorumluluk sadece iktidarlarda değil”
Kültür, parayla ilişkili midir ya da şöyle sorayım parası olmayanın kültür ile ilişkisi olamazmış gibi bir algı niye var?
Aslında şu an o biraz da dayatılan da bir şey… Son 20-30 yıldır çok ciddi bir yoksullaşmanın kurbanıyız. Bu aydınlar ve kültür endüstrisi eliyle de yapılan bir şey… Bunun için ayrı bir şey eklemeye ya da göstermeye gerek yok. Bu, birebir aslında iktidarların eliyle de yapılan bir şey değil. İktidarlar ne kadar onu dayatırsa dayatsın asıl özne bunu üretmediği sürece, buna karar vermediği ve biat etmediği müddetçe, yukarıdan dayatılan her şey zaten tuzla buz olur.
Ben o noktada hiçbir zaman sorumluluğun sadece iktidarlarda olduğunu düşünmem. Çünkü orada bir gönüllü kölelik, gönüllü bir itaat söz konusu ya da yılların getirdiği artık bir şekilde giderek insanların bilinçaltına yerleşen bir durum var. Başka öncelikler dayatıldığı için… Paraydı, yaşamdı, güzellikti vs. Modern çağın getirisi…
Biraz da dünyanın gidişatıyla mı alakalı?
Tabii ama modern yaşamın ne kadar insanın hayatını kolaylaştırdığı düşünülürse düşünülsün, nihayetinde o karmaşanın içinde, insanı kendi cenderesine alır ve tamamen yok eder aslında. Biz şu an ne kadar birey olduğumuzu düşünüyorsak aslında tam tersine o kadar bireyselliğin ve bireyselleşmenin son aşamalarını yaşıyoruz. Yığınlar var ama…
“Kültürel yoksullaşmanın temel sebebi kültür endüstrisi”
Orayı zaten artık biraz karıştırıyoruz, sanırım. Bencillik ile birey olmak birbirine girdi sanki?
Tabii… Toplumsallık aslında bitti. İnsanlar sosyal medya aracılığıyla daha çok sosyalleştiğini, daha çok toplumsallaştığını düşünüyorlar, daha sıkı sıkıya kenetlendiklerini ve daha farklı birlikteliklerin olduğunu düşünüyorlar ama ben açıkçası bunun tamamen bir simülasyon olduğunu düşünüyorum. Öyle bir şey yok. Bütün bu dijital çağ insanları daha da yalnızlaştırıyor, daha da yoksullaştırıyor ve kültür endüstrisini de bu şekilde ilerletiyor. Yine temel ekseni sanayiden kültürden hangi alandan olursa olsun para kazanma derdinde olan gruplar, klikler yine o her alandan para kazanmasını iyi biliyorlar. Temel olarak bunu alıyorlar. Dolayısıyla bizde son yıllarda yaşanan kültürel yoksullaşmanın en temel sebebi bu.
“Okuyucu, seyirci bunu istiyor diye bir şey yok”
Bunun en temel müsebbiplerinden birisi kültür sanat kurumlarının bizzat kendisidir. Kültür sanat kurumlarının bizzat kendisidir. Kültür sanat aktörlerinin bizzat kendisidir. Böyle bir durum var. Çünkü orda niyet şu; halk bunu düşünüyor, okuyucu ya da seyirci bunu istiyor… Hayır, öyle bir şey yok.
Okuyucu iyi olanı muhakkak ayırt eder, diyebiliriz sanırım?
Kesinlikle ama bir taraftan da bunlar hayal kırıklığı olacak şeyler de değil. Çünkü tarihin her döneminde popüler olanın her zaman yükseldiği, sıradan ve vasat olanın yükseldiği dönemler var. Yükselmesinin dışında zaten olması da gerekiyor ve oluyor da…
“İyi edebiyat, iyi sanat her zaman var oldu, var olacak”
İyi edebiyat ve iyi sanat ismi ne olursa olsun her zaman var oldu ve var olmaya devam edecek. İyi edebiyat, sanat ya da tiyatro yok demekle olmuyor. Bütün bunlar bir süreç ve bu bilinçle aydınlanmayla ilgili bir şey… İnsanlar kendilerini ne kadar eğitmek ve geliştirmek isterse ve kültüre, sanata ne kadar faydalı olmak isterse kendi ışığıyla bir şeylere ulaşabilir. Bir şeyleri hep devletten ve kurumlardan beklemek de çoğu zaman doğru değil. Çünkü isteyen her zaman istediği şeye ulaşabilir. Yeter ki bir insan her zaman istesin. O kitaba da ulaşabilir, o şiiri de yazabilir. Önemli olan istemek…
Talep edene kültür sanat hizmeti sunmak kolay belki ama talep etmeyen birine bunları istemesinin onun faydasına olacağını, aslında bunlara ihtiyacı olduğunu hissettirebilmek ve ona bu konuda bir bilinç kazandırmak biraz zor… Sanırım burada yayınlar devreye giriyor. Ne dersiniz?
Ne kadar iyi metinler, iyi kitaplar ortaya çıkartırsanız o kadar… Çünkü terazinizin iyi olması gerekiyor. İyi bir şiir, iyi bir roman, iyi bir öykü, deneme kitabı ya da araştırma kitabı… Hem kendi ülkenizdeki kültür sanatın nabzını iyi tutarak insanlara ulaştırmak hem de dünyadaki gelişmeleri aktarmak önemli.
Orada doğru bir çizgide ilerlendiğinde hiçbir sıkıntı olacağını düşünmüyorum. Olmuyor da zaten. Kültür endüstrisinin sürekli dejenere ettiği şekilde, tamamen devreye ekonomi girdiği zaman o her şeyi değiştiriyor. Bütün kültür sanat aktörleri artık para basma makinesi gibi hareket etmeye başladığı noktada her şey değişir. Yayıncısı da, yazarı da, tiyatrocusu da değişir. Orada bunun dengesini iyi kodlamak gerekir.http://www.kultur.istanbul