Ayşegül Selenga Taşkent, benim gibi tesadüf eseri tanışırsanız onunla, heyecanını, ses tonundan ve kendinden emin konuşmasından hemen fark edip, takılırsınız bu devrimci ruhun peşine. Çünkü o, kamerasını yüreğine yerleştirmiş bir yönetmen. Nerede bir haksızlık var, dayanamıyor, kendi tanımıyla “kaplan kesiliyor” ve geçiyor yönetmen koltuğuna. Yaşamda dürüstlükten yani içine dönmekten yana. İşte bunun en güzel örneği de, şizofreni tanısı almış abisi Volga’yı anlatan ilk uzun metrajlı filmi “Volga Volga” . Ardından Komünist Başkan Maçoğlu’nu anlatan “Ovacık” Belgeseli, Umudun Kızları, Almanya’da göçmenler…
Eğitimini İngiltere ve Amerika’da tamamlayan ve halen akademisyen olan Selenga Taşkent, sadece yönetmen değil, futbolcu.
Sicilyalı Fotoğraf Sanatçısı Delizia Flaccavento ile kurdukları Sicilya Demir Spor futbol takımıyla da futbola bambaşka bir anlam kazandırıyor.
Moğolcada gökkuşağı anlamına gelen Selenga’nın projelerle dolu, adının anlamı gibi dünyanın tüm renklerine kucak açan yaşamını konuştuk.
Projelerini anlatırken gözlerin parlıyor. Bu tutku nasıl başladı?
“Volga Volga” uzun metraj ilk filmim.
Babam TRT sporun efsane takımından Akın Taşkent. Ben TRT koridorlarında büyüdüm. O dönemin Ankara’sı farklıydı. Ankara Operasına sezonluk biletlerimiz vardı. Annem, anneannem, dedem özenle giyinip operaya giderdik. Ankara, öyle bir Ankara’ydı. Moskova gibiydi. 80’lerde Giuseppe Verdi Rigoletto operasına gittik. Ankara Opera, Büyük Tiyatro Küçük Tiyatro… Rusya’dan baş balerin gelir, opera binasında kokteyl olurdu. Baş balerinle tanışırdık. Goethe Enstitüsü, İtalyan Kültür Merkezi, Amerikan Kültür Merkezi. Annem bu merkezlerde film gösterimlerine götürürdü beni. Hiç unutmam, Krzysztof Kieślowski’nin “A short film about love ve killing”’ini ben ergenliğe geçiş yıllarımda izledim. Abim Volga da aynı evde resim yapardı. Her Cumartesi sabah gırgır dergisi alırdık. Edebiyat da hayatımda çok önemli bir yer tutardı. Abimle odalarımız ayrılınca evin kütüphanesinin olduğu oturma odası benim odam oldu.
Annem “en iyi arkadaş kitap,” derdi. Bütün klasikleri işte ben o odada bitirdim. Babam da Rusça çeviriler yapardı. Edebiyata ve yazmaya çok düşkündüm. “Volga Volga” uzun metraj ilk filmim. İngiltere’de TV bazlı bir eğitim aldım. Almanya’daki 3. Kuşak göçmenler üzerine kısa bir TV belgeseli çektim. Sonra Amerika’dan burs aldım. Bağımsız sinemayla tanıştım.
Amerika ve bağımsız sinema nasıl bir deneyim oldu?
Kendine dön, içine, kendi hikayene bak.
Amerika’daki eğitim sistemi insanı kendine döndürüyor. Kendine dön, içine, kendi hikayene bak. O çok değerli. Benim zamanımda otobiyografi, şiir vardı. Ama sonra azaldı. Dürüstlük bitiyor bir yerde. Introspective art, içe bakmak. Ben onu çok yapardım. Ortaokul, lise yıllarında yazmaya başladım. Sonra Amerika’da bağımsız sinemayla çalışmaya başladım. Hiç unutmuyorum, Sosyoloji okuyan bir Türk öğrenci, tezinde Amerikan sistemini eleştirmek istediğini söyledi. Hocası, “sen denizde bir damlasın, senin Türkiye gerçeğin var,” dedi.
Ve sen, abinin yaşamını anlatan “Volga Volga’yı çektin.
Aslında şizofreni üzerine bir film çekebilirdim. Okuduğum alan da liberal art. Bağımsız sanatlar. “Kendine dön o zaman,” dedim, ben otizmi, özel insan olmayı, şizofreniyi, o algıyı anlatmak istediğimi fark ettim. Annemle abimin hikayesi var. Çocukluktan beri beni etkileyen bu hikayeyi sinema diliyle anlatmak istedim. 2007 kışını Ankara’da geçirdim. Annemle abim vardı, babam da vardı ama ataerkil bir toplumda, baba var, ama kabul edemiyor. Filmde de söylüyor bunu. Volga Volga ile 2007 Ankara Film festivali jüri özel ödülü aldım. Bağımsız sinema dünyasına giriş yapabilirim dedim. Takım işi olduğu için sinemada çok paraya ihtiyaç var. Ya da bizim yaptığımız gibi combat, daha küçük ekipmanla gerçek sinem yani Cinema verite’ .
Cinema Verite’ yi biraz açıklarsak,
1960’larda Avrupa’da özellikle Fransa’da ortaya çıkmış bir akım. 60’lardan önce Sovyetler bunu yapıyordu aslında. Kameralı adam Dziga Vertov. Bir gün boyunca kamerasıyla bir adam Moskova sokaklarını çekiyordu. Amerika’da da bu türün adı “Direct Cinema” . Olanı çıplak gözle olduğu gibi göstermek. İran’da “Hakikat Sineması deniyor. Aktörler yok. Para vermiyorsun. Ama kahramanların var. Belgeselden çok farklı. Gerçek hayat film gibi anlatılıyor. Çıktıktan sonra “ben bir hikayedeydim,” diyorsun. Volga’yla, anneyle özdeşleşirken bir taraftan hastalığı da tanıyorsun. Hastalık gibi tanımıyorsun. Volga, dokuz kaşık şeker atıyor, “sesler duyuyorum,” diyor, biraz “Guguk kuşu” vari. Bu ekolün özelliği en az iki yıl ya da hayat boyu bir toplulukla vakit geçireceksin, yaşayacaksın. Yarım saatte haber yapmak gibi değil.
Bütün hikayelerinin ortak noktası dışlanmışlık. Nerede bir dışlama var, ben kaplan kesiliyorum.
Şizofreni hastası, Alevi, Musevi, Lgbt benim için fark etmiyor.
Dışlanma, toplumun kabul edememesi. Şizofreni hastası, Alevi, Musevi, Lgbt benim için fark etmiyor. Her azınlıkta bir dışlanma söz konusu bana göre. Kendimi bildim bileli abimin hastalığıyla iç içe yaşıyorum. Kardeşin yaşaması ebeveynden de farklı. Çünkü iki kardeşsin, simbiyotiksin. Herkes beni Volga’nın ablası zanneder, oysa benden beş yaş büyük. Çünkü hayatım boyunca korumacı oldum. Sevgi dağılımında da biraz dışlandığımı hissettim, suçluluk da hissettim. Hem sorumlu, hem suçlu, hem ilgisiz, karmaşık duygular yaşadım. Volga ile ikimizin de kalemi, çizimi kuvvetli. Ama ben hep geride kaldım. Mecburdum. Geride kalmanın ötesinde, aşırı korumacıydım. Abla ya da bazen anne gibiydim. Benim hayatım dışlamayla işliyor. Nerede bir dışlama var, ben kaplan kesiliyorum. Volga Ankara’da yaşıyor. Annem, Mavi At Cafe’yi işletiyor. 2009’dan beri orada hastalar çalışıyor.
“Ovacık” Belgeselinde de Alevi kültürü, Komünist Başkan Maçoğlu ile katılımcı sinema örneğini gerçekleştirdin.
Yanıbasımızda olan ama pek bilmediğimiz Alevi kültürüyle tanıştım.
2016 Ovacık, Maçoğlu bir kahraman figürü. 2014 yerel seçimlerinde Komünist Partiden bir aday seçildi diye izledik. Umudun Kızları’nın çekiminden sonra, daha toplumsal, kültürel ve siyasi hikayelerle ilgilenmeye başladığım yıllar. Nerede farklı bir hikaye var beni cezbediyor. Ovacık’ta bakış açım değişti, “cehalet mutluluktur” derler, ben öyle mutlu olmayı seçmedim hayatta. Elazığ’dan üç saatlik yolu yaptık. Başkanla tanıştık. Başkanı “Öğretmenevinde kalıyoruz” diye arıyoruz ve “araba tutmamız gerekir mi?” diye soruyoruz, “ya gelin, caddenin karşısı,” diyor. Buna “participatory filmmaking” yani “katılımcı sinema” diyorlar. Yaşarken öğreniyorsun. Orayı tanımış oldum. Ben orada sarışın Türkiyeli prototipinden çıktım. 2-2.5 sene okudum, dinledim, izledim. Ben her zaman duyduğum haberlerde kafama takıyorum. Dünyanın bazı yerlerinde hala kadınlara sünnet uygulanıyor mesela. Erkek egemenliğinin sisteme sirayetini gördük. Son on yılım Doğu kültürüyle ilgilenmekle geçti. Dinle de değişiyor. Yanı basımızda olan ama pek bilmediğimiz Alevi kültürüyle tanıştım. Bildiğimizden de öte. Ankaralıyım. Dayanışma, birlikte çalışma, birlikte yaşama, onurlu kazanç. Van’da çocukların ayakkabısı yok, Tunceli’de de yok ama kimse bilmiyor bunu.
Tuncelililer, yoklukları için bir şey yapan, etken insanlar, çok çalışkanlar, hiçbir tabuya, dinsel inanışa bağlı değiller. Bu hikayeler benim ilgimi çekiyor, atılmışlar, ezilmişler. Bu sistemsel bir hareket. Doğu, sadece Van değil, bir de Tunceli var. Güneydoğu gerçeği mezheplerle de değişiyor. Doğu böyledir, önyargılarının tamamen aksine bir Alevi kültürüyle tanıştım. Bildiğimizden de bir tık ötede. Tunceli Alevileri masada “baba ben sana katılmıyorum,” diyebilir. Bu, beyaz Türk ailelerinde bile olmayan bir şey.
Sen futbola da bambaşka bir anlam getirdin.
Delizia ile Sicilya Demirspor’u kurduk.
Yıllardır futbolda dışlanmışlıkla çalışıyoruz. Sekiz sene önce Delizia ile Sicilya Demirspor’u kurduk. Her hafta Perşembe toplanıyoruz. Engelliler, anne çocuk, futbola yeni başlamak isteyen sekreter kadınlar, Biz, temassız, bağırıp çağırmayan, hırslara yenilmeyen bir takımız. Oynadığımızda karşı taraf gol atarsa alkışlıyoruz. Sırf Türk erkekleri için kural koyduk. Erkekler gol atamıyor. Onlar gol atarsa, o top kadınlara ulaşmaz. Ahmet Mehmet aralarında oynar. Ama bizim kuralımızla, kaleye kadar gitse de topu dizginliyor.
Futbolda dışlanmışlıkla ilgili bir projeniz de var.
Audio documentary. Audio testimoni biografi. Takımımızda oynayan lgbt kişiler var. Onların anlattıkları üzerinden sesli bir belgesel yapacağız. Önce kendi üzerinden yaşadıklarını, sonra neden futbola başladıklarını anlatacaklar. Belki kendini ifade etme şekli futbolda olmaktı diyebiliyor. Futboldan herkes bir şey alıyor, kimi takım oluyor, kimi gol sevinci yaşıyor. Örneğin ben savunmaya gitmeyi öğreniyorum, yoksa ben bireysel sporları severim. Muhafazakâr kişilerin de önyargıları takımda yıkılabiliyor.
Senin hayatın proje ve şimdi hayalin nedir?
Son projem ilk uzun metraj kurmaca. 10 yılda üç film çeken bir kağnı olarak, Volga Volga’nın kurmaca hikayesi gibi bir şey yapmak istiyorum. Tanı almış bireyleri kurmaca filmimde oynatacağım. Onların etrafında İstanbul’da geçen, oyuncunun da olduğu bir hikaye. Onların dünyalarına bir aksiyonlu hikaye girecek. Türkiye’deki eksiklik, şizofreni hastası, şizofreniyi oynuyor. Oysa, otizmli bir birey, terzi de olabilir, aşçı da olabilir bir oyunda. Onlara acımak korkunç. Günde iki saat çalışmayla Street art, Mozaik çalışmaları, o kadar çok şey yapabilirler ki. Örneğin Volga, günde iki saat çalışabilir, metroyu boyayabilir. Çünkü Volga bir ressam. Toplum farkında olmadan onları ayrıştırıyor. Onlara engelli deniyor, bu engeli de toplum koyuyor.
Son olarak ne söylemek istersin?
Hastalıktan utan, kendinden utan, bu toplumsal önyargılar üstümüze atılıyor.
Benim için dürüstlük, gerçekten içine dönebilmek çok önemli. Benim de hep derdim kendimle oldu ve hiç çekinmedim. Volga Volga’yı ilk yaptığımda anneme, “kızınıza niye izin verdiniz? “demişler. Bizim toplumda şöyle bir gerçek var. “Kol kırılır, yen içinde kalır” Sen, ben bizim gibi insanlar, aksine bazı şeyler dile getirildikçe, biz kol kırılırdan öte, muhafazakar düşünceden birkaç adım ilerideyiz. Ben neden abimin hastalığından utanayım. Hastalıktan utan, kendinden utan, bu toplumsal önyargılar, üstümüze atılıyor. Halbuki bir insanın, hayatını değiştirebilmesi, cesur kararlar alması, boşanma gücünü bulması, sevginin gücü, utanmaması hep dürüstlükle ilgili. Şu örneği de biliyorum, kardeşinin tanı almış birey olduğunu nişanlısına söylememek gibi, her şeyi reddeden bir toplumdan geliyoruz. Abimin hastalığı bir ayıp gibi saklanmalı mı? Bizde bir sürü şey tabu, ayıp. Abimin hastalığını korkunç bir şey gibi ağzına almak isteyenler var. Beyin tümörü var, demeyi tercih ediyorlar. “Volga Volga” yla ben haykırmak istedim. Böyle bir durum var. Herkes bilsin. Mahallenin delisi gibi olmak iyidir aslında. Şeffaflık iyidir.
Mine Türkili