Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda ağladım

 

Sanki benim için yıllardır var olan o camlar kırıldı. Vitrini açtım ve dokundum objelere. Bazı müzeleri o vitrinler yüzünden çok sevemedim. Bir kentin sokak aralarını, yaşamın içine karışmayı, yerel halkla sohbeti tercih ettim. Ama bugün Mine Küçük sohbetinden sonra bir müzeye gidip orada önce balık, sonra karınca olmayı o kadar çok istedim ki…

Müzeciliğe gönül vermiş profesyonel bir gezgin Mine Küçük. Yıllardır ben onu yoğun programı, gezileri ve elinde ajandası, disipliniyle tanıdım. Mesleğine tutkuyla bağlıdır. Gittiği her yerden heyecanla döner, anlatırken gözleri parlar, tarihi bir bina karşısında hüzünlenir, hayatı projelerle doludur, onun yapmak istediklerini, gezilerini dinlemek her zaman çok keyifli oldu.

Mine Küçük, Preshistorya Bölümü’nden mezun olduktan sonra Yüksek Lisans derecesini Minnesota Üniversitesi’nde Disiplinlerarası Arkeoloji ve Müze Bilim Dalı’nda tamamladı. Çeşitli üniversitelerde Müze  Bilim Dersleri verdi. Halen müzecilik konusunda eğitim programları hazırlıyor, danışmanlık ve küratörlük yapıyor, hayatını müzelere adamış. Müze ziyaretçisinin aktif konuma gelmesi ve lobicilik yapması gerektiğine inanıyor.

Bir anını anlatmıştın, hani ilkokuldayken ağladığını. Müze sohbetimize onunla başlasak…

Ben ilkokuldayken tarihi çok severdim. O zaman ansiklopediler çok önemli bir kaynaktı. Biz ansiklopedi okuyan bir nesiliz. Meydan Laourusse, Hayat… Hatta bir üst sınıfa geçerken o sınıfın ansiklopedisi alınırdı ve bazen okul başlamadan bitirirdik. Okuduğum ansiklopedilerden birinde dinozorlarla ilgili bir anlatım vardı, resimler, yaşadığı ortamlar falan … O yıllarda Fenerbahçe’de oturuyorduk. Fenerbahçe burnuna gittiğimizde ağaçların altına yatıp dinozorları hayal ettiğimi hatırlıyorum. Belki de prehistorya arkeolojisine olan ilk ilgim o şekilde başlamış olabilir. Gerçi ben paleolotik dönem okumadım, neolitik okudum ama o zaman ilgim başlamıştı. Ansiklopedilerden İtalya ve Rönesansla ilgili okuduğumu, sanat eserlerine baktığımı, onlardan çok etkilendiğimi, İnkaları falan okuduğumu hatırlıyorum.  Gittiğimiz okul gezilerinden birinde de çok net bir sahne aklımda.

Topkapı Sarayı’nın ikinci avlusunda tam ortada durup etrafa baktığımda çok büyülendiğimi ve ağladığımı hatırlıyorum. Zaten mimari, abidevi yapılar beni çok etkiler. Günümüzde de beni etkileyen mimari yapıların önünde durup ağlarım. Gözlerim dolar ve yaş boşalır. Bir yere gidildiğinde, bir müzeye, yapıya, ben bunu kütüphanede de hissediyorum. O yapıdan etkilenmek, gözlerini kapayıp onun kokusunu almak,  o mekanı hissetmek çok önemli. Benim de mekan hissiyatım fena değildir. Orada çok büyük bir ilgimin olduğunu fark etmiştim. Bunun adını yıllar sonra büyüyünce koyabiliyorum.

Hala Topkapı Sarayı’na gittiğimde o hisse kapılırım. Bahçesindeki Cafede oturup etrafa bakıyorum. Aslında bunu her müzede yapıyorum. Vaktim olursa etrafa bakıp insanları izlemek en sevdiğim şeylerden biri.

Müze sevgisi çocukluktan gelen bir şey mi, kitap okuma alışkanlığı gibi?

İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre müzeye gitme alışkanlığının çocuk yaşta kazandırılması lazım. Eğer çocuk yaşta kazandırılmazsa sonraki yaşta kazandırılmasının zor olduğu üzerine bir araştırma yapılmış. Teorik olarak küçük yaşta gitmesinin çok büyük önemi var, ancak her zaman şu istisnalar var. Kitap okumaya onlara söylenmeden meraklı çocuklar, belli bir yaştan sonra kendini keşfedip bir takım şeyleri yapmaya başlayanlar gibi.

Genelde eğitimler, daha kolay ulaşılabilecek bir kitle olduğu için çocuklara veriliyor. Ama çocuklar da artık velilerini ya da bakım verenlerini eğitmeye başladılar. Ben verdiğim bir müzecilik dersinde çok iyi hatırlıyorum. Biz İstanbul Grafik Sanatlar Müzesinde çocuklarla bir sergi hazırladık. Ben A’dan Z’ye çocukların bir serginin nasıl hazırlanacağını görmelerini istedim. Serginin açılışında velilerden bazıları yanıma gelip “Hocam, keşke biz çocukken de bu ders olsaydı,” dediler. Hani hep yetişkinlerin çocuklara eğitim verdiği düşünülür ama bazen çocuklardan da yetişkinlere giden bir eğitim yolu oluyor.

İnsanlar daha çok sosyalleşmek için gidiyor müzelere

Yine yapılan bir araştırmaya göre, insanlar daha çok sosyalleşmek için gidiyor müzelere. Müzelere gidenlerin çoğu da eğitimli, orta yaşlı beyaz kadınlar. Bu birçok müzede geçerli. Pandemiden önce Hollanda’ya gitmiştim, orada konuştuğum bir yetkili de “biz şu anda orta yaşlı beyaz kadınlar dışında kimlere ulaşabiliriz diye bir araştırma yapmak istiyoruz, çünkü biz tasarım müzesiyiz ve tasarımı her kesimden insana anlatmak istiyoruz,” demişti. O dertten onlar da mustaripti.

Küçük yaşlarda gidilmesi önemli ama sonrasında kazanılmayacak diye bir şey yok.

Ve sen bir özel okulda Müzecilik dersi de verdin.

Kesinlikle Müzecilik dersi olmalı. Ancak bazen fikirleriniz iyi olabilir, bunu uygulayacak mecra bulamazsınız. İşte ben de o duyguyla, Özel Alev Okulları Müdürü Lale Hanım’a müze dersi fikrimi anlattığımda ilgi gördü ve beş sene ders verdim. Çocuklar, her hafta müze dersi okudular. Müzeye bakış açınız değişti mi? diye bir anket yaptım. İki kişi zaten müzeyi hiç sevmiyordu sevmemeye devam etti. Ama diğerleri artık neye nasıl bakacağımızı biliyoruz öğretmenim diye yazdılar. Ben onları sergiye götürdüğümde, bu vitrin böyle olmalı aslında diye anlatmıştım. Aslında sadece öğrenciler değil, öğretmenlere de müzecilik eğitimi verilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Müzeler hakkında bir önyargı var. Biraz bu önyargıyı kırmak, iyi bir müze nasıl olmalı konusunda yıllardır çalışıyorsun.

Ben yıllardır bu konu üzerine okuyorum, araştırıyorum. Müze bilimi çok teknik bir konu olabiliyor. Müzeler hakkında önyargı olduğunu biliyorum. Çünkü müzelerle insanlar arasında mesafeler var. Bunu aslında vitrinler sağlıyor. Ama artık müzeler farklı mecralar olmaya başladılar. Bir kültür kurumu olarak farklılar, 19 yy müzeleri olarak farklılar, ziyaretçileri içine çekebilmek için çok farklı şeyler yapıyorlar, toplum odaklı müzeler var.

Müze gezmenin de görgü kuralları var mı?

Aslında var yok. Müzelerde denir ki sessiz olunmalı. Ama bazı müzeler var ki sesli olunması, ne yöneticileri ne insanları rahatsız ediyor. Hatta bazılarının koridorlarda çocuk sesi duymak hoşuna gidiyor. Ama bazı müzelerin orada zaten ses çıkaracak bir durumun yok. Eğitim müzesi olur, çok ciddi müze olabilir. O zaman bakıyorsun, bir gürültü yapacak mecra yok. Okullar gidiyor bir heykel karşısında çalışma yapıyor. Bağıra bağıra cep telefonuyla konuşuyorsa, konuşmasın.

Galiba tek görgü kuralı esere saygı.

Çok güzel bir toparlama bence saygı. İngiltere’de tükenmez kalemle not alıyordum bir müzede. Görevli gelip nazikçe uyardı. Tükenmez kalem kullanamazsınız. Çünkü vandalizme maruz kalabilir, çizebilir. Girişte kurşun kalem olduğunu belirtti. Her müzenin kuralı ayrı. O kurallara saygı duymak önemli.

Ben Dublin’de bir müzeye gitmiştim. Dokun ve fotoğraf çek diye yazıyordu. Çok ilginç gelmişti.

Ters köşeye yatırıyor ziyaretçiyi. O da aslında 20. Yy da oluşmaya başlıyor. Yıllar önce bir yazı yazmıştım.  Müzelerle aramızdaki mesafeler diye. İşte o mesafeleri koyanlar da vitrinler. Vitrine bakarsın uzaktan, bu bir mesafedir. Bu aslında Ortaçağdan geliyor. Kilisenin yüceliğini göstermek için din adamlarına ait eserler, ikonlar, mezar taşları gibi objeler hep vitrin arkasında. Gelen izleyici ne yapıyor? Saygı duyuyor. Mesela ben vitrinde bir şeye bakarken ellerimi arkaya alırım. Aman yanlış olmasını da hissederim.

Aslında müzeye bir şeyin aslını da görmeye gidiyorsun. O dokundukların aslı olmuyor, ama en azından sana o izlenimi veriyor.

Bazı müzelerdeki objelerin hiç biri gerçek değil. Ama bir insan vücudunun içine giriyor, böbreğe kalbe dokunuyorsun. Sana onu yaşatıyor ve bu seni heyecanlandırıyor. Sana ulaşılabilir hissiyatı veriyor ve bu seni mutlu ediyor. Dokun dediği anda sıcak bir iletişim başlıyor. O da çok güzel bir şey.

Müzeler bazen koleksiyonerliğin sonucuyla oluyor bazen de…

Evet sığamadıkları zaman eve müze açıyorlar.  Bu çok klasik. Bir de rejimler değiştiği zaman, mesela Fransız İhtilalinden sonra birçok koleksiyon sahibi “artık ben halkla paylaşacağım,” diyor. Biraz ondan açıyor. Bir de bu aydınlanma çağında eğitime önem verildiği zaman üniversitelere korunsun, faydalanılsın diye bağışlanıyor müzeler.

Fransız İhtilalinden sonra gelişen ulus kavramı geliştiği için, Louvre Sarayı’nda koleksiyonlar halkla buluştu. Bazen koleksiyonları başka kişiler de satın alabiliyor. Hollanda’daki koleksiyon bir Rus Çarı tarafından satın alındı. Öyle ayrılmalar da var. Günümüzde de çağdaş sanat biriktirenlerin evlerinde koyacak yerleri olmayabiliyor. Kendilerine özel ev alan videoartlarını oraya yerleştiren iş adamları var. Dönüp baktığında bir tür merak kabineleri, nadire kabineleri gibi. 15.yy. dan sonra nadire kabineleri oluşmaya başladığında herkes kendi koleksiyonunu istediği kişiye gösteriyordu. Nadire kabineleri, müzelerin öncüleri oluyor. O kişinin ilgisi doğrultusunda bir koleksiyon ulaşıyor. Ama bunun içinde cenin de olabiliyor, kaplumbağa kabuğu ya da çok ender bulunan bir çiçek de olabiliyor. Kişi istediği şekilde odalarına yerleştiriyor ve misafirlerini gezdiriyor.

Müzeyi gezmenin de farklı tanımlamaları var. Değil mi? Sen nasıl geziyorsun?

Müze gezme şekilleri çeşitli hayvanlarla bağdaştırılıyor. Karıncalar sırayla geziyor, tik atarak, elinde programla. Kelebekler ne ilgisini çekerse ona bakıyor. Çekirgeler, bir rahat etmiyor. Oradan oraya gidiyor.  Kimisi de balık gibi ortada duruyor bakıyor gidiyor. Kültürle de ilgili. Avrupalılar sırayla gitme eğiliminde.

Biraz da zamanla ilgili. Ben tipik karınca olarak geziyorum. Kalabalık müze gezmeyi sevmem. Bir sergiyi anlamam için yalnız gezmem lazım.

Geçtiğimiz günlerde bir haber çıkmıştı. Belçika’da psikiyatrlar, hastalarının reçetelerine  “ücretsiz müze ziyareti “yazabilecek. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Ağrı kesici analjezik müzeler diye bir şey var. Bir müze yapıldığında analjezik diye yapılmıyor ama içindeki sanat eserleri, mindfullness akımı da giriyor, yavaş yavaş dur, izle, seyret içine çek ilişki kur.

Bazı müzelerde 17.18 yy da yapılmış şahane manzara resimleri var. Seni içine alır götürür, aslında senin ruhuna iyi gelen bir şey. Bazı ressamlar o kadar başarılı ki, seni o yeşilin içine alıyor. Yeşil ve tarihi eser birlikteliği, öyle sütunlar yapmışlar ki alıp başka yere götürüyor.

 Çocukluğundan sonra bir tarihi eser yine seni ağlattı mı?

22 sene önce Lizbon’de bir Expo’ya gittiğimde gördüğüm yapılar, Weismann Sanat Müzesi gibi Frank Gehri’nin eserleri çok etkiliyor. Eski yapıların önünde de gözlerim doluyor. Günümüzde kentsel dönüşümü düşünürsek, eski köşkler, evler. Bagdat Caddesi ara sokaklarında 1950’li yıllardan kalan yapıların yıkıldığını görmek beni hüzünlendiriyor. Önünde durup bakıyorum ve gözlerimden yaşlar akıyor. Mimari güzellik beni çok etkiliyor.

Tarihi eserlerin getirilmesi gibi gündemden düşmeyen bir konu da var.

Bu konuya, hem evet hem hayır diyeceğim. Bergama antik kenti kalıntıları tartışmaya konu olan en önemli eserlerden biri. İzinle gitmişler. Bu konuda belgeler var. Orada harika bir müze yapılmış. Berlin Pergamon Müzesi Bergama’dan götürülen eserlerle oluşturulmuş. Gittiğinde keşke benim ülkemde sergilense diyorsun. Bir taraftan gelsin istiyorum. Bir taraftan da biz burada şahane bir müze yaptık diyorlar ve tüm dünyaya ait bir eser. Bu eserler Osmanlı İmparatorluğu zamanında gitti. Gönlüm gelsin ister ama gelemeyecek oluşunu da anlayabiliyorum.  Mesela Pergamon Müzesi’nin geldiğini düşün, o kadar muhteşem bir müze yapabilir miyiz bilmiyorum.

Aslında çok ilginç müzeler var. Senden duyduklarımdan bazıları, Zagrep Kırık kalpler Müzesi, Evsizler Müzesi, Empati Müzesi gibi.

Kırık kalpler müzesi, klasik müze konseptinden uzakta, sana şunu söylüyor. Senin kalbini sevgilin ya da arkadaşın, sevdiğin bir insan kırdı. Bir objeyle onu anlatmak istesen ne anlatırsın. Örneğin; ayrılmak istediğini bana söylediğinde üzerinde mavi gömlek vardı ve ben o yüzden mavi gömlekten nefret ediyorsun. Mavi gömlek obje oluyor. Bir müzede yer almaz dediğin objeler yer alıyor. Daha da ilginci müzenin sergisini hazırlayan küratörler müze izleyicisi oluyor. Bir Amerikan filmi de var. Kırık Kalpler Galerisi. Orada da bir galeri kuruluyor. Kalbin kırıldığı an hangi objeyle birleşiyorsa o bağışlanıyor. Bulaşık deterjanı bile varmış.

Bu çok katılımcı bir yaklaşım. Louvre Müzesi kurulurken kimseye sormamışlar, kraliyet sarayının koleksiyonu gelmiş ve onların kuralları çerçevesinde açılmış.

İngiltere’de evsizler müzesi var. Evsizler kurmuş müzeyi. Empati müzesi. Senin yerinde olsaydım. Erkeklere kadın ayakkabısı giydirip yürütüyorlar mesela. Bunun içinde yürümek ne kadar zor gibi. If I were in your shoes. Farklı uygulamalar, savaşta kötü bir şey gelmiş başına, bir kız bir hikayeyi anlatıyorken, sen onun ayakkabılarını giyiyorsun. Müzenin uyandırdığı duygu çok önemli. Duyguyu hatırlıyorsun. Bilgiyi unutup tekrar dönebilirsin ama duyguyu hatırlarsın.

Ve tarihte birçok olayı hatırlatmaya dair müzeler, işkence müzeleri de var.

Hatırlatma Müzeleri. Orada söylemin nasıl olduğu çok önemli. Kötü yönde kamçılamak, düşman haline getirmek var ve bir de daha yumuşak bir şekilde göstermek ve şu mesajı vermek var; bu çok acı, bundan sonra yapmayın, söyleyelim, kabul edelim, saygı duyalım söylemi var. Nefret söylemi üzerinde gidersek bunun sonu gelmez.

Aslında her türlü müze sergisinde söylem önemli. Ama bu tür müzelerde bence çok daha kritik.

Senin o tertip, düzen, ajanda tutan, dakikliğe önem veren kişiliğinle müzecilik o kadar güzel yakışıyor ki, müze eğitiminin bunda etkisi olabilir mi?

O kişilik zaten vardı. Kişiliğimizin bizi yönlendirdiği işlere gideriz. Arkeoloji de çok titiz iş. Sabır işi. Ben o kadar sabırlı bir insan değilim. Truva kazılarında çalışırken küçük seramik parçalarını inceledim, ölçtüm, yazdım. Arkeoloji çok güzel severek okudum ama arkeoloji çok fazla yaratıcılığa izin vermiyor. Benim içimde yaratıcı bir taraf var.  Müze daha yaratıcılığa izin veren bir alan oldu.

Çok seyahat ediyorum ama kendimi şöyle tanımlıyorum Aslında ben dünyada yaşıyorum. Chicago’da pijamam var, Roma’da diş fırçam var gibi. Yani gittiğimde bir şeyin fişi bende duruyor, bir daha gittiğimde değiştirebiliyorum. Dünyada yaşamanın avantajını müzeleri araştırırken de çok faydasını gördüm. Mesela British Museum’a gittiğimde sadece bir salonunu görme lüksüm var. Çünkü bir daha gideceğim ve diğer salonu göreceğim.

Ben hayatta şuna inanıyorum, zaman iyi kullanıldığında ve konsantre olunduğunda insanın başaramayacağı şey yok. Tamam, bir takım yetenekler öne çıkabilir. Neredeyse tüm hayatım boyunca bağımsız çalışan biri olarak o dakikliğimi ve titizliğimi tüm çalışmalarıma uygulayabiliyorum. İyi bir zamanlama yapabiliyorum. Belki 9-6 çalışan insandan çok daha fazla çalışıyorum. Sabah çok erken kalkıp akşam geç yatıyorum. Ve iyi bir networkle, böyle de bir seçiciliğim var. İyi iş yaptığına inandığım düzgün insanlarla, kurumlarla çalışıyorum.  Bir yemek kursunda hoca şöyle demişti, iyi malzeme kullanırsanız iyi yemek yaparsınız. Dolayısıyla bence düzgün insanlarla çalıştığınız zaman iyi bir program yaptığınız zaman ve gerçekten kendinizi bir şeye adadığınız zaman her şeyi yapabilirsiniz.

Aslında yazar evleri, kütüphaneler de müze değil mi?

Evet yazar evleri de içindeki eserlerle müzeye çevrilmiş tarihi bir yer. Gittiğinde mekânı hissediyorsun. Tabii her yazar evi bu hissi sağlayamıyor. Önüne bloklar konmuş, çok kuru kuru yerleştirilmiş ya da çirkin bir maket konmuş. Onlar değil. Ama bazıları gerçekten yazarın evine misafirliğe gitmişsin, oturacakmışsın gibi. Onlar tabii ki çok güzel.

Mesela ben Dostoyevski’nin evine gittiğimde çok heyecanlanmıştım.  Müzeyle ilgisi yok ama Robert de Nİro’yu çok severim. New York’ta da Robert de Niro restoranında çok heyecanlanmıştım. Kapıyı açarken acaba buraya dokunmuş mudur diye geçirmiştim kafamdan)) O çok heyecan verici.

Burgazada Sait Faik müzesi mesela çatı katında bir pencere var, önüne de bir koltuk koymuşlar. Çok da güzel bir görüntüsü var. Sonra düşündüm, Ben onunla aynı yöne bakıyorum. Bu çok heyecanlı. Bir de Van Gogh resminde çizdiği bir köprü var. O köprüyü görmeye gittiğimde de çok heyecanlandım. Aynı yöne bakıyoruz. Hatta acaba burada mı durmuştur diye düşündüm. Bu inanılmaz bir duygu. Kütüphanelerin çoğu da bir müze. Gittiğim ülkelerde kütüphanelere gidiyorum. Orada olmak hissetmek çok değerli.

Uzun bir listem var hayatta yapmak istediklerimle ilgili. Antik kütüphaneler. Modern kütüphaneleri de çok seviyorum. Ben kafe insanı değilim. Kütüphanede çalışmam lazım.

Bir de klasik bir soru sormak istiyorum. Aslında uzmanından bilgi almak istiyorum. İstanbul’da ve dünyada beğendiğin üç müze?

İstanbul’da beğendiğim üç müze: Rahmi Koç Sanayi Müzesi, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Pera Müzesi.

Dünyada beğendiğim üç müze: British Museum, Metropolitan Müzesi, Boston Güzel Sanatlar Müzesi.

  • Mine Türkili

 

 

Paylaş

Son Yazılanlar

Ekonomide Yeni Yol Haritası

Borsa İstanbul haftayı yüzde 11.6 değer kazanımı ile kapattı. Gram altın yüzde 5 değer kazanarak rekor tazelerken dolar ise yüzde

Sinematek Günleri: Sektör Buluşmaları

Sinematek/Sinema Evi, Sinema Adası işbirliği ile gerçekleşecek olan “II. Sinematek Günleri: Sektör Buluşmaları”, 2-3-4 Haziran 2023 tarihlerinde sinema endüstrisi profesyonellerini

Duygu yoğunluğu yüksek bir hafta

29 Mayıs Pazartesi gününe ve haftaya hissedilenlerin gerçeklerin önüne geçmesi, hayalperestlik ile takıntılı bir alınganlık gibi iki uç arasında bir

Önce Yabancının Yatırımı

Seçim başlığı kalktı ve yeni ekonomi dönemi içine girdik. Yeni yol haritası neleri içericek takip edeceğiz. Mevcut durumda ise döviz

error: