İtalya’nın Alba şehrinde yaşayan arkadaşım Anna Maria arayıp, Ekim ayında gerçekleşecek trüf festivaline davet ettiğinde havalara uçtum. Son 4-5 senedir gitmeyi hayal ettiğim bu festivalin yolculuğu için vaktimi ayarladım ve bavulumu üç gün öncesinden kapının yanına koydum .
Üç arkadaş Milano Malpensa havaalanında buluştuk. Kiraladığımız aracı aldıktan sonra Alba’ya doğru yola çıktık. Piemonde’nin köylerinden geçerken sağımız ve solumuzda, tablolardan çıkmışçasına görüntü sergileyen evleri ve şatoları seyrederek 2 saat içinde Alba ya vardık.
Şehre girmeden önce bir Autostrada‘da kahve molası verdikten sonra bizi ağırlayacak şatoyu ve bulunduğu köyü bulmak üzere Google’dan adres aramaya koyulduk. Varacağımız yer, Monbello köyü Casale Monferrato’ydu.
Güneş çoktan batmış, köyler arası zifiri karanlıkta Monbello köyüne vardığımızda saat 9.30 olmuştu. Kalın zincirle kapalı devasa bir demir kapı ve yan duvarda, belki 200 senelik açık bir ahşap kapı bizi karşıladı.
Ürkütücü bir daracık geçitten sonra Arnavut kaldırımlı bir bahçeye çıktık. Bavularımızı taşımaya çalışırken çıkan seslerden olacak ki bahçede uzun boylu, siyah kostüm üstünde siyah önlüklü, beyaz eldivenli yaşlıca bir adam bizi karşılamaya çıktı.
Şato’nun bir bölümünde kiralanan 4 oda vardı ve onlarda bize ayrılmıştı.
Ortaçağ tabloları ile donatılmış duvarlar ve demirden şövalyelerin koruduğu koridorlarda 10 dakika yürüdükten sonra odalarımızın bulunduğu bölüme gelebildik .
Alba maceramız böyle başladı
Monbello köyüne 10:30’da vardığımızda, oradaki tek yemek yiyebileceğimiz lokantada, tek yemek seçeneğimiz siyah trüflü makarna, Caprese salatası ve yanında Chianti şarabı oldu.
Ertesi sabah büyük bir heyecanla trüf festivalinin olduğu Alba kasabasına vardık ve alana gitmek üzere geniş bir sebze pazarından, domates çeşitlerini seyrederek yürüdük. Elimdeki sepeti mis kokulu domateslerle doldurmamak için kendimi zor tuttum.
Hayalimde sepetimi beyaz ve siyah trüflerle doldurmak vardı çünkü. Trüf mantarlarının kalbinin attığı kasabadaydım ve uygun fiyatlı trüfler bulabileceğim hayalini kuruyordum.
Tabii ki hayallerimin hayal olarak kalacaklarını alana vardığımda anladım. Alan, 15 dakikada gezebileceğiniz kapalı bir mekandı. Trüf satıcıları birer kuyumcu niteliğindeki vitrinlerinde 10 adet ile en fazla 50 adet aralıklarında trüf sergiliyorlardı.
Fındık büyüklüğünde trüfün 24 € ile başlayıp, ceviz büyüklüğünde olanlara 65 €, mandalina büyüklüğünde olanlara 300€, portakal büyüklüğünde olanlarına ise 650 € olarak fiyatlar biçilmişti .
Alana beraber geldiğim dostlar yarım saat sonra tüm tezgahları gezip alan dışında bulunan wine barda masa kurmaya gittiler. Bense onca yolculuğu yarım saat trüf seyretmek için mi yaptım düşüncesiyle dolaşmamı epeyce uzattım.
Birkaç trüf avcısının nasıl trüflere ulaştıklarını, eski yıllarda yaban domuzlarının kazdığı çukurlarda şimdi ise avcıların köpekleri ile trüf avına çıktıklarını, nasıl zahmetli bir iş olduğunu, ufacık bir trüf için toprak ve çamurla nasıl perişan olduklarını bizlere anlatırken gözlerindeki ve ses tonlarındaki heyecan, sepetime 5-6 trüf atmama sebep oldu .
Alanın bir köşesinde şarap tadımları yapıldığından kalabalığın büyük bir bölümü oradaydı. Girişte bize verilen bardakla şarap tadımını da yaptıktan sonra kıymetli trüflerimi taşıyan sepetime sarılıp arkadaşlarımı bulmaya çıktım.
Artık sıra, akşam davet edildiğimiz şatoda yapacağım yemeklerin listesini Anna Maria’ya verip hazırlıklarımı yapmaya geldi .
Herhalde benim alnıma hünkar beğendi yazılmış ki, Casale Monferrato da bile o yemeği yapmamı rica ettiler.
Kestaneli, mürdüm erikli, arpacık soğanlı kuzu incik, roka, taze incir ve taze mozzarella ile salata, trüflü erişte, İtalyanların çok sevdiği tripa (paça)ince dilimleyip tereyağında pul biber ve sarımsakla kavurduktan sonra hazırladığım humus üzerine döktüğüm bir meze ve tatlı olarak yaptığım galaktobureko Türk-İtalyan ve Yunan yemeklerinin bir birleşimi oldu.
O gece bolca alkış aldıktan sonra bir gün Barolo, bir gün Barbaresco şaraplarının köylerini ziyaret edip degüstasyonlarımızı yaptıktan sonra yolculuğumuzu Como gölünde devam ettirmeye karar verdik .
Lezzetli makarnalar, orta lezzet pizzalar, şahane tatlılar, mis gibi gelatolar ve kahveler denediğimiz Como Gölü masal diyarı gibi köyleri ve göl etrafındaki turları ile bizi bir kez daha büyülemeyi başardı .
Ama bu harika yolculuktan dönüş günümüz Pazar günüydü. Ve biz Como Gölü meydanından Malpenza havaalanına gitmek üzere 47 klm.lik yolumuza çıktığımızda saat 15.45 ti. Uçağımız saat 22.10 daydı.
Biz havaalanına vardığımızda saat 22.30 du ve 47 klm.lik yolu Como Gölü trafiğinde nerdeyse 6 saate yapmıştık.
Tabii ki uçağı kaçırdık, tabii ki sinirden ağladık, tabii ki sonra gülme krizine yakalandık ve tabii ki o gece Milano da kalıp ertesi gün İstanbul’a evlerimize vardık
Bir yazımın daha sonuna gelmişken Pazar günü asla ve asla Como gölünü ziyaret etmeyin derim.
Güzel günlere
Keyifli yolculuklara.