Gazeteci meraklı olup etik kurallara uyacak

Cumhuriyet Söyleşileri

Haluk Şahin… Edebiyatçı, akademisyen, gazeteci, televizyoncu… TRT’deki efsanevi İsmail Cem yönetiminin danışmanı, aynı zamanda Türkiye’nin en önemli haber dergilerinden Nokta’yı kuran isimlerden biri…

ABD’nin en önemli gazetecilik okulunda ömür boyu çalışma hakkı edinmiş bir iletişim profesörü olduğu halde “Türkiye tutkusu” ağır basıp ülkesine dönen, doğduğu topraklara borcunu ödemek için Babıali’de geçen yarım asrı deviren çınarlardan biri…

Cumhuriyet Söyleşileri için bir araya geldiğimiz Haluk Şahin ile kısa süre önce yayımlanan anılarının ilk cildi “Babıali’ye Son Tren”den başlayarak mesleğe, yaşadığımız hakikat ötesi çağa ve Türkiye’ye ilişkin kıymetli bir sohbet gerçekleştirdik. Yarım asırlık yolcu ile “son tren yolcularından biri” kaçırdığımız ve kaçırmamamız gereken trenlerden söz ettik.

Şahin diyor ki, “Bugün hakikat sonrası dönemde, avcı toplayıcı dönemden yerleşik hayata geçiş evresinden bile daha büyük bir dönüşümün içindeyiz. Aydınlanma felsefesinin kendisi çok kritik bir noktada. Türkiye olarak biz tarihin her döneminde rüzgârların karıştığı bir coğrafyada oturduğumuz için insanlığın ulaştığı evre itibariyle çok özgün sentezler üretebiliriz. Bulunduğumuz yer medeniyetlerin geçiş noktasında olmaktır.

Bir taraftan büyük bir dezavantaj öbür taraftan müthiş bir avantaj… Bizim karşımızdaki soru şudur: Farklı yerlerden gelen bu veri fırtınasının ortasında olmanın getirisiyle sentezci aydınlar mı çıkaracağız yoksa şizofrenik bir topluma mı dönüşeceğiz?

Benim Türkiye tutkumun kökeninde, Türkiye’de doğmuş olmayı ve burada büyümüş olmayı bir şans olarak addeden ender insanlardan biri olmam yatıyor. Türkiye’yi iyi analiz etmek zorundayız ve kendine özgü rollerini çok iyi anlamak zorundayız.”

Cumhuriyet Söyleşileri’nin yeni konuğu Haluk Şahin…

Kitabı okuduğumda hayatı boyu kendi olmakla dış dünyaya uyum sağlamak arasında denge kurmaya çalışan birini gördüm. Merak ettiğim o dengeyi sağlamanın püf noktaları nelerdir?

Ne zaman o dengenin şirazesi kaydı, ne zaman işler daha yolunda gitti?

Aslında üç ruhlu bir adamdan söz edebiliriz. Gazeteciliğe başladığımda aynı zamanda iletişim üzerine doktora yapmış bir bilim insanıydım. Öncesinde Türk edebiyatının çeşitli gazete ve dergilerinde öyküleri, edebi yazıları çıkmış, edebiyat yazarı adayı bir gençtim.

O dönemin önemli dergilerinde yazan, Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Murat Belge ve Selim İleri ile beraber büyük editör Mehmet Fuat’ın lanse ettiği insanlardan biriydim. Edebiyatçı tarafım öndeydi.

O tarafımı hiçbir zaman kaybetmemeye gayret ettim. Bir edip gibi yazmaya özen gösterdim. Türk gazeteciliğinde böyle bir damar vardır. 1950’lere kadar gelen ve 1960’lara kadar uzayan, edebiyattan gelen, iyi yazan, kalemi keskin, iyi kalemi olan yazarlar geleneği…

Sanırım sonraki nesillerde, tam tersi biçimde önce gazetecilik yapıp sonra edebi eser üretmeyi deneyen insanlar, edebi alanda daha az başarı gösterebildi?

Çünkü 1960’larda bir ayrım yaşandı. O zamana kadar hâlâ iyi muhabir ve iyi muharirlerin edebiyat kökenli olması ve Türkçe’yi güzel kullanmaları bekleniyordu. 1960’lı yıllarda bu bozulmaya başladı. O ekolden gelen son yazarlar arasında yani hem edip hem gazeteci olan Çetin Altan’ı sayabiliriz. Türkçe’ye hâkimiyeti, dil ve zekâ pırıltısı ile…

Tersi bir örnek Yaşar Kemal galiba? Biliyorsunuz, “Ben bir romancı değil, röportaj yazarıyım” diyor.  

Ama Yaşar Kemal başka bir yerden gelme… O bir istisnadır. O tamamen Nadir Nadi Bey’in ileri görüşü sayesinde alınıp Cumhuriyet Gazetesi’ne getirilmesi ve teşhir edilmesiyle birbirinden güzel Çukurova röportajlarının keşfedildiği bir yazar. Ama Yaşar Kemal hiçbir zaman gazeteci olmadı, her zaman bir röportaj yazarıydı.

Tabii bunu röportaj yazarları gazeteci değildir, anlamında kullanmıyorum. Mesela Çetin Altan’ın gazetecilik tarafı vardı. Bir gazete nasıl çıkar, manşet ne olur gibi işleri bilirdi. Yaşar Kemal ise gördüklerini Türkçe’nin coşkun ırmaklarında dile getiren çok güzel bir kişiydi.

Benim kastettiklerim, çoğunlukla 1960 öncesine baktığımızda Peyami Safa, Falih Rıfkı, Mehmet Kemal, İlhan Selçuk gibi isimler… Hemen hemen hepsi de edebiyattan geliyordu. Bu isimler o dönemin kalemi işlek yazarlarıydı.

Edebiyattan gelen gazeteciler dönemi

Nasıl değişti bu gelenek?

1960’larda “Yön Dergisi”nin çıkmasıyla beraber bir ayrım oldu. 1961 Anayasası’nın getirdiği yeni ortamla beraber artık Türkiye’nin sorunlarını anlatan yazarlar ön plana çıkmaya başladı. Sosyal, bilimsel, ekonomik ve hukuki açılardan, “Biz niçin geri kaldık, nasıl olur da Atatürk Devrimlerini sürdürebiliriz? Nasıl olur da arayı kapatabiliriz?” gibi sorularla ön plana çıkan insanlar daha görünür oldu.

Bu arada Doğan Avcıoğlu’ndan söz etmek isterim çünkü Doğan Avcıoğlu, hem Yön Dergisi’nin yöneticisi hem de çok keskin bir yazardı ama bir edebiyat yazarı değildi. Roman yazmasını isteseniz yazamazdı. Yine İsmail Cem’den söz edebilirim. Türkiye’nin meselelerine özenle eğilen bir insandı ama kaleminde edip kıvraklığı yoktu. Uzun yıllar kendisiyle çalıştım.

Hasan Cemal de 1960’larda sosyal bilimlerden gelen Türkiye’nin sorunlarını ön plana çıkaran yazarlar arasındaydı ve edebiyattan gelen ama gazeteciliğe bulaşmış olan yazarlar arasından ön plana çıkmaya başlamıştı. Mesela Abdi İpekçi yine bu örneklerden biri…

Ayrıca kalemi çok iyi olduğu halde edebiyata başvurmamış Uğur Mumcu’dan söz edebiliriz. Yazdığı yazıların ve kullandığı Türkçe’nin edebi değeri de olduğunu zannediyorum. Böyle bir ayrım yaşandı ondan sonra da edebiyatçılar geride kaldılar, dışlandılar. Gazetelere ancak yazdıkları tefrika romanlarla girebildiler.

Yaşar Kemal mesela tefrikaları ile gazete sattırıyordu. İnce Memed tefrika ediliyordu. Talip Apaydın, Fakir Baykurt gibi isimler de aynı şekilde gazeteci olarak değil de tefrika yazarı olarak gazetelerde çıkmışlardı. Türk basınında böyle bir tefrika geleneği vardı.

“Çetin Altan istisnaydı”

Türkiye’de Tanzimat’tan bu yana yaygın bir gelenekten söz ediyoruz, sanırım?

Evet, Osmanlı’dan kalma… Fransa’dan ve Rusya’dan bize aktarılmış bir gelenekti. İngiltere’de de o dönemler sürekli gazete satmanın yollarından biri ünlü yazarlarla anlaşıp tefrika yayınlamaktı.

Okuyucu böylece kitap almak yerine her gün aldığı gazeteyi biriktirerek kitap oluşturuyordu. Ben onun içine doğdum. Babam iyi bir gazete okuruydu ve nerde ne zaman kimin eserinin tefrika edildiği önemliydi.

Popüler kültür açısından da ilgi çeken bir şeydi çünkü fıkralar yayınlanırdı. Aynı şey Dostoyevski dönemi için de geçerliydi. Eğer romanları gazetelerde tefrika edilerek para kazanıyor olmasa belki o şaheserlerin birçoğu çok daha kısa eserler olurlardı. Buna Budala’yı da katabilirsiniz, Ecinni’yi de,  Karamazov Kardeşleri de… Dickens ve Balzac da tefrika roman yayımlamış yazarlardı.

Bizde ise 1970’lerde haber üslubu ön plana geçti, Türkiye’nin sorunlarının ele alındığı haberler ön plana geçti ve edebi değer geri plana düştü. Bunun en önemli istisnası Çetin Altan’dır. Çetin Altan bir yandan müthiş bir yazarken bir yandan da Türkiye’ye Marksizm’i öğretti.

Her halde dünyada böyle bir örnek daha yoktur. Benim kuşağım Marksizm ve Sosyalizm’i Çetin Altan’ın yazılarını okuyarak öğrendi. Bir gazeteden diğerine geçtiğinde 60-70 bin okuru peşinden götürürdü. Esas köşe yazarlığı dönemi o zamandı. Sonra edebiyatçı yazar pek az kaldı. Ekonomi, hukuk, tarihi yazıyorlar ama edebi değil. Mesela İlber Ortaylı çok bilgili bir insan olmasına rağmen bayağı kötü bir yazardır.

“Edebiyatçı kimliğimden hiç vazgeçmedim”

“Kendi olmak” sizin için galiba bu edebiyatçı kimliği korumak anlamına geliyordu?

Ben edebiyatçı kimliğimden hiç vazgeçmedim. Doktora yaptım, bilimsel kitaplar yazdım ama şiir yazmaya da devam ettim. Beş tane şiir kitabım çıktı. Son dönemde üç tane roman yazdım. Kafamda roman tasavvurları var. Bir ara Türkiye’nin bütün edebiyat dergilerinde, Haluk Şahin’in hikâyeleri çıkmıştır.

Hatta bununla ilgili kitapta da olan bir anım var; TRT’de İsmail Cem’in program danışmanıydım. ABD’de de doktora yapmıştım. Solcular Amerika’dan geldiğim için bana karşı önyargılıydılar. Hâlbuki ben “Halkın Dostları Dergisi” yazarlarından biriyim. Bütün edebiyat dergilerinde yazılar yazmıştım, temel olarak soldan geliyordum. Ama İsmail Cem’in solculuğunu bile pek beğenmiyorlardı. Biraz Kemal Tahir’e yakın diye ona tavır koyuyorlardı.

Denetim Kurulu Başkanımız da Özdemir İnce’ydi. Denetçilerle beraber benim bulunduğum odanın karşısındaki odaya taşınmıştı ama dediğim gibi önyargılı bir tavır içindeydi. Amerika’dan geldim diye bana kaş kaldırarak bakarlardı. Üstelik o zaman eşim de Amerikalı’ydı. Yani tam “Aman Yarabbi!” dedikleri biriydim. Bir gün aradaki buzları eritmek için odasına gittim.

Edebiyattan geldiğim için de Özdemir’in şiirlerini bilirdim. Edip Cansever, Cemal Süreya gibi isimler arkadaşlarımdı. Odasına girip “Nasılsınız Özdemir Bey?” dedim. “İyi” dedi ama yüz vermiyordu. İşlerin nasıl gittiğini sorduğumda o zannediyor ki genel müdür danışmanı olarak ondan hesap sormaya geldim. Bir süre sonra bana “Biliyor musunuz, bir de hikâyeci Haluk Şahin var,” dedi. Ben “O Haluk Şahin benim,” deyince “Yok canım, olamaz” dedi. Beni hikâyeciliğe layık görmedi. İnanmakta zorluk çekti.

Sonuç olarak benim edebiyatçı ruhum hep devam etti. Hayatta en çok sorduğum sorulardan biri şu olmuştur: Acaba F. Scott Fitzgerald’ın dediği gibi, şurada da parıltılı şeyler var, ben onları da istiyorum demek yerine, Orhan Pamuk gibi evimde oturup kendimi odaya kapatıp aylarca yazı yazsaydım nasıl bir edebiyatçı olurdum?

Sizce bu sorunun cevabı nedir peki?

Sonuna kadar sınamadım. Bu hayatımın en büyük ukdelerinden biridir. Ama bu çaresi olan bir şey değil. Bazıları böyle kapanıp sadece edebiyatla uğraşabiliyor ama ben öbür türlü bir adamdım. Diğer taraftan akademik olarak daha iyi öğrenerek yürümek de benim için çok çekiciydi. Edebiyatçı tarafım vardı, akademik yanım vardı, sonra da birdenbire kendimi basın kurumlarını yönetirken buldum.

Ben Babıali’ye İsmail Cem ve arkadaşlarının çıkardığı Politika Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı olarak geldim. O güne kadar hayatım boyunca hiç yazı işleri masasına oturup “E arkadaşlar, bugün ne yapacağız?” dememiştim. İkinci adam olarak başladım ama orada gazetecilik öğrendim. Politika Gazetesi’nde büyük ustalarla çalıştım ve kısa zamanda birçok şey öğrendim.

Hasan Yılmaer’le masa paylaştım. Abdi İpekçi’nin yazı işleri müdürüydü. Gazeteye her sabah sıfırdan başlanıldığı için bazen elimizde hiçbir şey olmadığı olurdu. O zaman bile Hasan Abi’nin nasıl sayfa yaptığını, gazetenin nasıl çatıldığını gördüm.

Siz hep çok yönlü olmuşsunuz…

Hani sırf gazeteci olan gazeteciler vardır. Tüm ruhlarıyla gazetecilerdir. Babıali’de bu insanlardan çoktur. Gazeteleri sırtlarında taşırlar. Mesela Erol Gönenç öyleydi. Hürriyet’te yazı işleri müdürümüzdü. Çetin Emeç gazeteciydi. Zaten gazeteci bir ailenin, Selim Ragıp Emeç’in oğluydu.

Ben farklı miraslarla geldim. Edebiyat, akademisyenlik ve gazetecilik… Meraklı bir insan olduğum için gazetecilik hoşuma gitti. Zaten meraklı olmayan bir insanın gazeteci olması mümkün değildir.

“Türkçe’ye hâkim değilsen hiçbirinde başarılı olamazsın”

Gazetecilikten önce televizyon ile başlamışsınız sanırım?

Bütün bunların yanı sıra TRT’de olduğumuz günlerde İsmail Cem bir gün bana dedi ki: “Haluk Bey bir kitap programı yapmamız gerekli.”

O sırada da İsmail Cem’in “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi” kitabı peynir ekmek gibi satıyordu. Ben de “Tabii, çok doğru” deyince “Ama bunu siz yapacaksınız” dedi.

Ben sanıyorum ki programın sadece organizasyonunu yapacağım. “Kim sunacak?” deyince, “Siz sunacaksınız” dedi. Hiçbir zaman kendimi ekran önüne hazırlamamıştım ama birden bire kendimi “Kitaplar ve Düşünceler” adlı programda, Hilmi Yavuz, Cemal Süreya ve Mehmet Kaplan’dan oluşan paneli yönetirken buldum. Hayat sizi bir yere getiriyor. Böylece televizyoncu tarafım oluştu.

Televizyoncu olarak şöhret yaptım ama hiç öyle bir niyetim yoktu, hiç öyle bir gayretim de yoktu. O zaman TRT herkes tarafından izleniyordu. Tek kanaldı. Program 23.00’e kadar sürdü. Zaten sonra İstiklal Marşı ile kapanıyordu. Ertesi gün sokağa bir çıktım, herkes bana bakıyor. Kendi kendime bu insanlar niye bana bakıyor, diye düşünüyordum. Baktım ki meşhur olmuşum o gece.

Tabii o dönemde bir kere bile televizyona çıkmak yetiyordu. Sonraki yıllarda televizyonculuğum devam etti. Kanal D’de haber koordinatörüydüm. Arena programının editörüydüm. TV8’de icra kurulu başkanıydım. Hayat beni oralara getirdi ama sonra baktım ki bunların hepsi aynı memelerden süt emiyorlar.

Gazeteci meraklı olacak, diline özen gösterecek, belirli etik kurallara uyacak ve mesajını en iyi ve derli toplu biçimde sunmaya özen gösterecek. Bunların hepsi el ele giden şeyler… Birinde iyiysen diğerinde de iyi olma ihtimalin yüksek. Eğer Türkçe’ye hâkim değilsen hiçbirinde başarılı olamazsın.

Mesela Nokta’dan ayrıldıktan sonra Hürriyet’e gittiğimde Yazı İşleri Müdürü Erol Bey ne yapmak istediğimi sordu. Yazılarım da beğeniliyordu. Ben de dedim ki ne yapmam gerekiyorsa hepsini yaparım. Resim altı yazmaksa resim altı, manşet atmaksa manşet… Dedi ki, sizi Avrupa ofislerimizden birinin başına göndersek… Hâlbuki ben yurtdışından buradaki masalardan birine oturmak için gelmiştim. Ama işte o masalara kolay kolay oturtmazlar adamı. Son derece zordur.

Babıali’de yazılı olmayan kurallar…

Basın dünyasında böyle yazılı olmayan kurallar vardır ya, nedir onlar? Biraz o kurallardan bahsedelim mi?   

Tabii, ikincisi de köşe yazdırmazlar. İki defa yılın yazarı ödülünü aldım ama ikisinde de Hürriyet Pazar Eki’ndeki yazılarımla… En son ayrılacağım gün, Güneş Gazetesi’ne giderken Doğan Hızlan beni gördü. “Halukçuğum nereye gidiyorsun?” dedi. “Bana köşe yazdırmadınız” dedim. “Ne demek, pazartesinden itibaren bir günün hikâyesini sen yazıyorsun” dedi.

Ben de “Artık çok geç,” dedim. Yani basının içini gördüm. Bu görünmeyen kurallar bir efsanedir tabii. Mesela Hürriyet’te şöyle kurallar vardı; Erol Simavi hiçbir zaman yedeksiz çalışmazdı. Sonradan öğrendiğime göre beni Hürriyet’e çok sevgili ağabeyim Oktay Ekşi’nin yanına yedek başyazar olarak almış. Bu özelliği bilinirdi. Yine o dönemlerde bazı kurumsal tabular vardı. Onlara dokunulmazdı.

Örneğin diğer gazetecilerin yöneticilerine dokunulmazdı. Husumet yoktu. Çünkü herkes kendini gazeteci olarak tanımlardı. Şimdi öyle bir şey yok. İkinci ciltte Babıali’yi anlatacağım ama “Babıali’de Cinayet” romanımda o gazetelerin içindeki iktidar kavgalarını anlattım.

Yine başka bir şey de şu; Cumhuriyet’e başladığım zaman da Cumhuriyet’in bir haber gazetesi değil, yazar gazetesi olduğunu yaşayarak öğrendim. Yalçın Pekşen’e rastladım bir gün sokakta. Bana dedi ki, “Ne işin var senin orada?” Ben de “Ne var, iyi gazetecilik yapacağım” dedim. “Orada iyi gazetecilik yaptırmazlar” dedi. Nedenini sorunca da “Cumhuriyet okuru haber değil, yazarını ister” dedi.

Yani yeni bir haberden ziyade yeni bir görüş, yorum… Bu biraz dergi mantığı değil mi?

Öyle evet ama mesela Hürriyet haber gazetesidir ve haber için harcamayacağı para yoktur. Nitekim Hürriyet’e girdikten 5-6 ay sonra kendimi Kıbrıs meselesi üzerine Amerikalı diplomatlarla mülakat yapmak üzere Washington’da buldum. Bu, Hürriyet Gazetesi’ne 20 bin dolara mal oldu.

Cumhuriyet Gazetesi’nden iki bin dolar bile alamazdınız. Haber gazetesi – yorum gazetesi farkı vardı. Böyle şeyler olduğunu bilirdik ama hepimiz akşam olduğu zaman Gazeteciler Cemiyeti’nin Lokali’nde, Cağaloğlu Hamamı’nın barında ya da İstanbul’un belli meyhanelerinde bir araya gelir, günün muhasebesini yapardık.

İkitelli’ye gidinceye kadar böyleydi. Kitapta “Son Tren” dememin nedeni şu; ben geldiğimde yani 1988 yılında hâlâ eski Babıali oradaydı. Hürriyet Gazetesi hâlâ Simavilerin, Tercüman Gazetesi de hâlâ Ilıcaklarındı. Yani taşlar yerli yerindeydi.

O taşlar ne zaman oynadı yerinden?

1990’dan itibaren oyunun kuralları ve Babıali baştan aşağıya değişti. Son tren ile soluk soluğa oraya geldim. Ondan sonra televizyon özelleştirildi, gazete patronluğu yerine de medya sahipliği diye bir şey çıktı.

“Asparagas” ile tanıştık. Gazetelerin bir takım ikramiye ve hediyelerin yanında neredeyse eşantiyon gibi verildiği bir dönem yaşadık. Dinsel sermaye ve dış sermaye Babıali’ye girdi. Asil Nadir girdi, 4-5 tane gazete aldı. Kim cesaret edebilirdi ki buna? İkinci ciltte bunları anlatıyorum.

“İnsanlar belki de şimdiye kadar hiç okumadığı kadar okuyorlar”

Bütün bunlara ister “zamanın ruhu” isterseniz de “zamanın tozu” deyin ama bugüne kadar ki değişimi yaşamış biri olarak günümüzü nasıl görüyorsunuz?

Bugün artık insanlar okumuyor, diyoruz ama aslında kâğıt mürekkep üzerinden okumuyor. Başka yerlerden okuyorlar hem de belki de şimdiye kadar hiç okumadığı kadar okuyorlar.

Okumak yerine fotoğrafa bakıp geçmiyorlar mı?

O da okumak… Nasıl okuyor, ne kadar haberdar ve neyi merak ediyor? Bunları sormak lazım… Bizim zamanımızda gazeteciliğin karşı karşıya kaldığı en büyük sorun haberi bulmak ve okuyucuya yetiştirmekti. Şimdi haberi bulup okuyucuya yetiştirmek üçüncül bir duruma düştü. Okuyucunun dikkatini çekip “Bana bak, beni oku, burada ciddi şeyler oluyor, inanılmaz şeyler oluyor” diyebilmek önemli hale geldi.

Düşünebiliyor musun, Amerika bir taraftan İsrail’e o çocukları öldürsün diye bomba veriyor, diğer taraftan çocukların ailelerine ekmek atıyor. Aynı dünyada oluyor bu. Türkiye’ye baktığında da bir taraftan şeriat lafları edip diğer taraftan da katil prens ile beraber olduklarını görüyorsun.

O katil prens de ülkesindeki camilerden dışarıya Kuran sesi verilmesini yasaklıyor. Şimdi böyle tutarsız dünyada o eski tutarlılıklar yok. Bu işte post hakikat dönemi… Şu anda egemen olan hakikat sonrası, olgu sonrası dedikleri toplum…

Nitelikli üretimin hızın çağına yetişemediği bir çağ bu… Peki, biz ne yapacağız bu dönemle? 

Gençler ne yapsın sorusuna ne cevap vereceğimi bilemiyorum ama bizim gibi yaşlılar niye yapıyor sorusuna da alıştık ne yapalım, diyebilirim. Şu var, bunu bir borç olarak görüyoruz. Ben kâğıt mürekkep mecraların ve kitapların geleceğini, iletişim hocası olarak ilk sorgulayanlardan biriydim.

Kâğıt kokusu bizim için önemli, gazeteler kapanır mı, diyorlardı ama maalesef bütün tahminlerim zannettiğimden de hızlı biçimde gerçekleşti. Aynı şey kitap için de söylendi ve eski tür kitap okuyan kalmadı. Ama hâlâ kitap okuyan var. İkincisi insanlık için “henüz” kitap boyu düşünce formatının aşılmasını sağlayacak bir format bulunmadı. Bazı konuları anlatmak için hâlâ 250 sayfa yazı yazmak gerekiyor ve bu böyle kalacak.

“Her şey değiştikçe ne kadar da aynı kalıyor”

“Babaıali’ye Son Tren”i elime aldığımda beni etkileyen ilk cümle, “Her şey değiştikçe ne kadar da aynı kalıyor” oldu. Sanırım tam da bu söylediğinizi karşılıyor?

Evet, öyle…

Bir döngüdeyiz ve bazı şeyler değiştikçe aynı kalıyor galiba?

Karıştığı noktadayız. Benim bir “blog”um var ve onun sloganı şu: “Dün bitti fakat yarın başlamadı. Bugün günlerden ne?” Bu çok ciddi bir soru olarak karşımızda.

Yani insanlık tarihi açısından çok kritik bir yerdeyiz. Ben buna diyorum ki insanlık tarihinde toplayıcılık ve avcılık döneminde ne kadar büyük bir dönüşüm gerçekleştirdiyse şu anda da öyle bir şey oluyor. Bu sanayiye geçişten çok daha büyük bir değişim ve her şey kökten değişiyor.

O halde modernitenin başlamasından çok daha büyük bir dönüşümden söz ediyoruz?

Ondan da büyük… Yerleşik topluma geçtiğimizde kültür ve devlet ortaya çıkıyor ama şu anda olan bundan da büyük bir şey… Böyle bir dönemde, bizim işimiz fevkalade zor ama ben kapanmakta olan perdenin kenarından bir delik açarak neler yaşadığımızı anlatmaya çalışıyorum.

İkincisi de bir iletişim profesörü olduğum için hep geleceği öngörmeye çalıştım. Adım adım da hepsini yaşadım. Cağaloğlu’ndan İkitelli’ye, tipodan ofsete, siyah beyaz televizyondan renkli televizyona geçişi yaşadım. Her şey çok hızlı oldu ama ben hep oradaydım. ABD’de sinema dersi aldığımda veya televizyon haberlerini hazırlayacağım zaman 16 mm’lik kameralarla çekim yapar sonra montaj odasına girip filmleri keserdik ve birleştirirdik. O zaman tabii çok farklı bir görüntü terbiyen oluyor.

Şimdiki gibi bir tuşla kesip yapıştırılamadığı için daha dikkatli ve hatasız çalışmalısınız ki zaman kaybetmeyin…

Evet… Mesela benim oğlum sinemacı… Çalışırken bakıyorum, bilgisayarda kesip yapıştırıyor. Biz o filmleri fiziksel olarak kesip yapıştırıyorduk! Böyle çok büyük bir dönüşümün tam ortasındayız. Dünyanın nereye gideceği konusunda çok net ve açık şeyler söyleyemem.

Çok iyimser senaryolarım da yok doğrusu. Dünya çok kesin bir biçimde dijital totaliter döneme doğru ilerliyor olabilir. Herkes her şeyi anında öğrenebilecek durumda ama bizim Aydınlanma değerleri ile dünyaya baktığımızda, insan zihninin özgür olması, insanın yaratıcılığının özgür olması gibi değerler nereye gidiyor, diye düşünmek lazım.

“Aydınlanma değerleri açısından bir gerileme söz konusu”

İnternet icat edildiği zaman, daha özgür olacağımızı düşünüyorduk ama?

Şimdi ana motor değişiyor ve ana motor değişince ortaya nasıl bir dünya çıkacak çok emin değilim. Gördüğüm şeyler beni fevkalade kaygılandırıyor. Bize düşen kendi doğrularımızı söylemeye devam etmek fakat Çin’de, ABD’de ya da Avrupa’da olup bitenlere baktığında Aydınlanma felsefesinin kendisinin çok kritik bir noktada olduğu sonucuna varıyorum.

Son bir makale yazdım. Orada “Tarihin sonu mu?” diye… Bahsettiğimiz tarih Aydınlanmanın önümüze koyduğu bir ilerleme tarihi fakat bakıyorsun o temel değerler açısından bir ilerleme değil gerileme söz konusu.

“Artık gerçekleri tespit etmek değil duyurmak büyük sorun”

Biz ne ile mücadele ediyoruz?

Bizim mücadelemiz basın mensupları ve özgürlükten yana düşünürler olarak her zaman gerçeklere ulaşmak onları anlamak ve onları engelsizce yaymak üzerine kurulmuştu. Bugün onları yapabilmek mümkün değil ama o büyük enformasyon gürültüsü içinde, hakikat sonrası toplumda kimin umurunda ki… Artık iletişim kuruluşları, hakikat değil gürültü üretiyorlar. O gürültü başka şeyleri duymamıza engel oluyor.

Biz konuşuyoruz ama birbirimizi anlamıyoruz. Zaten anlamak biyolojik olarak da kültürel olarak da çok zor ama bunun ötesinde öylesine bir enformasyon çöplüğünde yaşıyoruz ki “Nasıl bunu söylersin, atın bunu içeri” halinden “Bırak söylesin ya, ne olacak” durumuna geldik. İnsanlar bir yere bağlı ve bağımlılar…

Her an takip ediliyorlar. Kolunuzdaki saat uykunuzu bile takip ediyor. Böyle bir dünyada gerçekleri tespit etmek değil duyurmak büyük sorun haline geliyor. Korkunç çelişki şurada; bütün bu teknolojiler gerçekleri duyurmak kolaylaşsın diye icat edilmişti.

Bu çağın insanı “Homo Super Communicatus”

Bu bizi nasıl etkiliyor?

Benim “Homo Super Communicatus” diye yarattığım bir kavram var. Elinde bir cep telefonuyla her yerden her türlü haberi alabilecek ve her yere her türlü haberi gönderebilecek olan insan… Yani biz! “Homo Sapiens”in son hali ancak kim alacak onu? Çünkü iki büyük engel var. Birincisi almaya niyetli olsa bile insanların enformasyon işleme kapasitesi hâlâ dijital toplumun çok öncesinden kalma.

Eğer birisinin Tolstoy’un Harp ve Sulh’unu okumasını istiyorsanız onu telefonla on beş saniyede gönderebilirsiniz ama kişinin o kitabı okuyabilmesi için birkaç gününü harcaması gerekir çünkü bilgi işleme açısından sistem hâlâ eski… Bu durumda korkunç bir çelişki ortaya çıkıyor.

İnsan bir taraftan köpek balığı iştahı ile saldırıyor, bir taraftan gırtlağı balina gırtlağı kadar… Balinalara benzetiyorum çünkü balinalar gırtlakları dar olduğu için insan yutamaz.

Sizce bu çağın sonunda insan nasıl bir değişime uğrayacak?

Her şeyi duyduğumuzu sanıyoruz fakat algılamıyoruz. Düşünmek için vaktimiz yok. İnsanların düşünebilmesi için biraz yalnız kalması lazım. Hiç yalnız değiliz ki… Bunlar insanlık açısından çok yeni şeyler, hiç yalnız kalamayan insan çok yeni bir olgu. Bütün bunlardan sonra nasıl bir insanlık çıkacak ortaya, insan tabii ki merak ediyor.

ABD’de yeni yapılan bir araştırmaya göre gençler arasındaki cinsel ilişki kalıpları değişiyor. Eskisinden çok daha az çiftleşiyorlar çünkü boş zamanlarını ekran önünde ve cep telefonunda oyun oynayarak geçiriyorlar! Düşünün ki insanın en temel dürtülerinden biri bu, her şey değişir o değişmez diye düşünülebilir ama değişiyor.

“Türkiye’ye borçlu hissettiğim için döndüm”

Peki, biraz Türkiye’den söz edelim. Sizin kitapta da altını çizdiğiniz bir ifade olan Türkiye tutkusu ne demek? Neydi ve neye dönüşüyor?

ABD’den dönüp Nokta Dergisi’nin genel yayın yönetmeni olduğumda, 1983-85 yılları arasında “İki Nokta Üstüste” diye haftalık yazılar yazdım ve onları kitap olarak topladım. Adı “Türk Olmak Kolay Değil”di.

Ana teması şuydu; biz o kadar farklı değer sistemlerinin kesiştiği noktada yaşıyoruz ki sık sık o değer sistemlerini birbiriyle karıştırıyoruz. Yani bir sentez yapamıyoruz.

Bir bakıyorsun adam California’da geçen bir televizyon dizisi seyrediyor ve orada kadınların kocalarına zılgıt çekmesini izliyor; öbür tarafta gidiyor karısını dövüyor. Aynı adam ve aynı evin içinde… Çeşitli yerlerde adeta farklı kredi kartlarımız varmış gibi duruma göre kart çıkartarak hayatı idare etmeye çalışıyor ve bir sentez üretmeye zorlanıyoruz.

O zaman bu çok büyük kafa karışıklıklarına yol açıyor diye düşündüm fakat bu aynı zamanda zenginlik… Mesela Danimarka’da yaşıyor olsan sana gelen rüzgârlar hep aynı yerden esiyor. O rüzgârlara göre kendine biçim vermeye çalışıyorsun, o da oldukça kolay bir şey… Tek bir kredi kartın var. Yahudi-Hristiyan geleneğinden yetişip sanayi toplumunda yaşayan tüketicisin ama diğer kimliklerle alışverişin hemen hemen hiç yok.

Biz tam o rüzgârların karıştığı noktada oturduğumuz için insanlığın ulaştığı evre itibariyle çok özgün sentezler üretebiliriz. Bulunduğumuz yer medeniyetlerin geçiş noktasında olmaktır. Bir taraftan büyük bir dezavantaj öbür taraftan müthiş bir avantaj… Bizim karşımızdaki soru o zaman da şimdi de şudur: Peki, bu farklı yerlerden gelen veri fırtınasının ortasında olmanın getirisiyle sentezci aydınlar mı çıkaracağız ortaya yoksa şizofrenik bir topluma mı dönüşeceğiz?

Sizce?

Hakikaten belirli yerlere, sinemaya ya da edebiyata baktığımda başka kimsenin anlayamayacağı ve anlatamayacağı şeyleri bizim anlatacağımızı görüyoruz. Orhan Pamuk’un “Kar” romanında olduğu gibi. Orhan Pamuk orada şiir yazan bir teröristi çiziyor ve o kişi Allah’a da inanıyor.

Bir Danimarkalıya bunu anlatmak zordur ama biz anlayabiliyoruz.  Böylece yeni bir şeyler söyleyebilme kapasitemiz oluşuyor. Ama ben bu şizofreni meselesinden hep korkmuşumdur. İşine geldiği zaman işine geldiği gibi farklı konuşmak, sentez yapmadan malumatfuruşluk yapmak çok yaygın ve bunu bütün siyaset yelpazesinde bugün görüyorum.

“Sentez yok, duruma göre kredi kartı var”

AKP’de de sentez yok, duruma göre kredi kartı var. Nerede hangi kart geçiyorsa onu kullanıyor. MHP diye bir parti var ve dünyanın her yerinde milliyetçi partiler her şeyden önce insanların kendi dillerinde ibadet edebilmek ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya çıkmışlar, bizimkilerin umurunda değil.

Sosyal demokrat olduklarını iddia edenlere bakıyorsun, dünyanın her yerinde sosyal demokrat partilerin arkasında işçi sınıfı, sendikalar ve temel itibariyle emekçi bir ideoloji olagelmiş ama burada hiç alakası yok. Yani ne sosyal demokratı sosyal demokrat ne milliyetçisi milliyetçi ne İslamcısı İslamcı ne de sağcısı sağcı solcusu solcu… Böyle bir curcuna çıkıyor ortaya ve biz şu anda o curcunanın göbek noktasındayız, onu yaşıyoruz. Ancak şansımız var.

“İşsiz kaldım ama Türkiye’ye döndüğüm için hiç pişman olmadım”

Benim Türkiye tutkumun kökeninde, Türkiye’de doğmuş olmayı ve burada büyümüş olmayı bir şans olarak addeden ender insanlardan biri olmam yatıyor. Benim kuşağımda böyle düşünen epey insan vardı ama son zamanlarda sayısı gittikçe azalmaya başladı.

Ben ABD’nin en önemli gazetecilik okulunda 35 yaşında “tenure”lü hoca oldum. Yani ömrümün sonuna kadar Washington’un 15 km ötesinde bir yerde yaşamaya devam edebilirdim. Devam etmedim, hiç de pişman olmadım. İşte bunu sağlayan Türkiye tutkusuydu. Benim ait olduğum yer Türkiye’ydi. Üstelik eşim de Amerikalıydı. İstediğin an ABD vatandaşı olabilirdim ama bir subay-öğretmen ailenin çocuğu olarak Türkiye’ye borcumuz olduğu inancıyla yaşayan insanlardık.

“Artık Türkiye’yi yük görüyorlar”

Günümüzde bu borç hissi ve ülkesine karşı kendini sorumlu hissetmek düşüncesi azaldı, sanırım?

Tam tersine yük olarak görüyorlar. Ben niye borçluyum çünkü benim babam Toroslara sırtını dayamış olan bir Yörük köyünde ilk defa yükseköğrenim yapan bir insan. Askeri okullarda okumuş ama iyi okumuş. Annem, Cumhuriyet’in sağladığı olanaklarla kız muallim mektebine gitmiş ama iyi okumuş.

O imkânlar onlara tanınmış ve ben o Yörük çocuğuyla Bursalı kızın birinci kuşak çocuğu olarak ABD’nin en iyi gazetecilik fakültesinde hoca olmuşum. Türkiye’de böyle müthiş bir sosyal mobilite vardı. Ayrıca beslenirdi. Cumhuriyet’in büyük başarılarından birisi buydu.

En büyük araç da eğitimdi, diyebiliriz sanırım?

Eğitim konusu çok önemli, Cumhuriyet’in eğitim yoluyla sağladığı sosyal mobilite ile yükselebilme şansı, belki de en büyük başarısıdır. Mesela benim abim sınavlarda Türkiye birincisi olmuştu. Çünkü bizim eve gazete girerdi, kitap girerdi. “Çoban Sülü” Türkiye’nin cumhurbaşkanıydı.

Potansiyelini kullanmak için imkân verildi. İyi okullara gitti, Teknik Üniversite’ye gitti. Burs kazanıp Amerika’ya gitti. Bunlar çok çok önemliydi. Ben bütün bunlardan doğan bir vatan sevgisi ve bir borçluluk duygusu ile yaşadım.

“Bu memlekette de bir gün sabah olursa Haluk…”

İkinci bir nedeni daha vardı; ben doğduğumda babam Ağrı’nın Doğubeyazıt ilçesinde bir üst teğmendi. Komutanına gidip “Komutanım oğlum oldu. Adını ne koyalım?” deyince komutanı da “Afşin koyun” demiş. Selçuklu komutanının adı…

Adımı Afşin koymuşlar ve Afşin olarak iki sene yaşamışım. 2. Dünya Savaşı yıllarında Bursa’ya kayınvalidesinin yanına gelmiş, bu kez anneannem ismimi beğenmemiş ve “Adı Haluk olsun” demiş.

Böylece Haluk olarak büyüdüm ama sonra “Haluk’un Defteri”ni buldum. Tevfik Fikret okudum. Orada Tevfik Fikret’in bütün umutlarını bağladığı oğlu Haluk’un dramını okudum. Orada Tevfik Fikret “Bu memlekette de bir gün sabah olursa Haluk…” diye yazıyor.

Bizim yüreğimizdeki bütün umutların simgesi de Haluk’a dönüştü. Tevfik Fikret’in istedikleri, özgürlük, insanlık, hukuk gibi evrensel değerlerdi. Sonra mühendis olsun diye oğlunu yurtdışına gönderdiğinde, çocuk gitmiş İskoçya’da misyonerlerin eline düşmüş ve Protestan olmuş.

Türkiye’ye dönmek yerine ABD’ye gitmiş ve Florida’da Protestan papaz olmuş. Hayatının geri kalan kısmını orada geçirmiş. O Haluk örneği benim yüreğimi her zaman yakmıştır. O Haluk orada kaldı ben kalamam, düşüncesi her zaman kafamın arkasında bir yerde durdu. Sonuçta kalmadım, kalamazdım. Babıali’de birkaç defa işsiz de kaldım ama iyi ki de gelmişim. Ben o kuşaktanım. Biz kendimizi Türkiye’ye borçlu hissederiz.

“Türkleri aşağılamak bir modaydı”

Türkiye’de Batı sempatisinin, Türkiye’yi beğenmemeye kadar vardığı olmuştur. Sizce burada sağduyulu yaklaşım ne olmalı?  

Dünyayı gördükten sonra Türkiye’yi aşağılayanları gördüğüm zaman, hemen tüylerim kabarır. Çünkü Türkiye’ye büyük haksızlıklar yaptıklarını görürüm. Türkleri aşağılamak ya da Türklerin geri kafalı, gerici gibi damgalarla yaklaşmak bir modaydı. Bazı konularda isterler ki onlar gibi konuşun. Mesela Ermeni Soykırımı… Ben de derim ki o zaman daha Gazze yoktu. Görsünler soykırım nasıl oluyormuş.

Tabii ki Türkiye’nin büyük kaybıdır, Ermeni nüfusunun ülke topraklarından ayrılması… Biz o kaybı kapatamadık. Anadolu bu kadar yoksul ve yoksun kaldıysa bunun sebeplerinden bir tanesi budur ama öbür taraftan canımız sıkıldı, gittik bir milyon Ermeni’yi öldürdük, demek ayıptır.

Bunu yazdığım zaman yazar bir arkadaşım bana dedi ki “Haluk yazılarını çok beğeniyorum ama bazen çok milliyetçi oluyorsun.” Kastettiği Ermeni Meselesi… Dedim ki, “Ben haksızlıklara karşıyım Türklere yapılsa dahi!”

Sanırım bu konuda olduğu gibi, bazı insanlar bir fikri samimiyetle kabul etmek ya da reddetmek yerine moda söylemlere uymayı tercih ediyor. Ne dersiniz?

Özellikle Batılıların istediği biçimde… Puan getirecek diye bunu yaparlar. Biraz evvel Orhan Pamuk’tan bahsettim. Romanının ne kadar iyi olduğundan söz ettim ama Orhan’ın durup dururken Nobel öncesinde provokatif laflar etmesini hiçbir zaman affetmedim. Dikkat et, Türkiye de affetmedi. Çünkü bizim yazarlar olarak bu halkın dili olmak gibi bir sorumluluğumuz var. Neyiz, kimiz, kimden yanayız? Sadece kötü müyüz? Bütün bunları dünyaya anlatmak gibi bir sorumluluk…

“İslamcıların en büyük hatası…”

Mesela İslamcıların yaptığı en büyük hatalardan birisi de budur. Cumhuriyeti le kültürümüz bir anda değişti, denir ama Türkler durup dururken mi değiştiler? Bunu sormak lazım… Bir ülke üç yüz yıl yenilgiye uğrarsa üç yüz birinci yılda değişmeye kalkarsa bu onun kültürsüz ya da salak olmasından mı yoksa mecbur kalmasından dolayı mıdır? Zannediyorlar ki her şey güllük gülistanlıktı.

Bütün savaşları kazanıyorduk, sanayileşmeye de ayak uydurmuştuk. Sonra Siyonistlerin de yetiştirdiği Kemalistler geldi, ülkeyi mahvetti. Böyle bir şey yok. Cumhuriyet, son bir haykırıştı. Çünkü sen bitmek üzereydin. Hâlâ Atatürk’ü tartışmak ne büyük bir dangalaklıktır. Tarih içinde olanlara baksalar bugünü ona borçlu olduklarını anlarlar.

Peki, biz kolektif bilinçte aynı çatı altında bir olma mevzusunu nasıl koruruz yoksa artık iş işten geçti mi?

Yok, iş işten geçmez. Her şeye rağmen Türk halkının sağduyusuna her zaman inanmışımdır. Hep arkasındaki sebepleri araştırmaya çalışmışımdır. Şimdi İstanbul sokaklarında dolaştığımda şunu görüyorum; Türkiye 20 yıldır İslamcı bir parti tarafından yönetilmekte ama kendi yaşamım içinde İstanbul’da bu kadar farklı tipte insan olduğunu görmedim.

Bambaşka tipler çıkmış ortaya. Görünüşleri farklı, giyinişleri farklı, dünyaya bakışları, merakları farklı… Bu ancak özgürlük ortamında olabilecek bir şeydir. Totoliter değil…

“Biz fethettik ama içeriden fethedildik”

Yani?

Hoşuma giden laflardan biri olan, Sabahattin Eyüboğlu’na ait bir laf vardır: “Biz fethettik ama içeriden fethedildik” Anadolu’ya geliyorsun, insanlığın kültür beşiğine geliyorsun. Burası Mezopotamya… Buraya geliyor, insanlarla ilişki kuruyorsun, öğreniyorsun, değişiyorsun. O yüzden Aristoteles olmasa İslam düşüncesi olmazdı, bir bakıma. Nereye bakarsan bak bir alışveriş var.

Bütün zor koşullara rağmen bu halk Mustafa Kemal’in peşinde olmayacak bir savaşı kazanmıştır. Bu öyle her milletin yapabileceği bir şey değil. Demokrasimiz yarım yamalak ama dikkat et mücadeleden vazgeçmiş değiliz. Jön Türkler olmasaydı, Şinasiler, Tevfik Fikretler, Namık Kemaller olmasaydı Atatürk nereden öğrenecekti bunları? Biz yalnız değiliz. Bugün Haluk Şahin karınca kararınca 2024 senesinde böyle şeyler söylüyorsa arkasında kuşaklar olduğu için. Bizi farklı kılan şey budur.

Peki ya ülkece kaçırdığımız trenler?

Geriye dönüp baktığımızda İsmail Cem’in “Türkiye’de Geri kalmışlığın Tarihi” isimli kitabı çok önemliydi. Osmanlı deneyimine şimdi kendine Osmanlıcı diyenler gibi bakmak zorunda değiliz. Orada bir sentez çabası vardır ve o sentez ortaya çıkmıştır. Bizans’ın bütün kurumlarını almış, onları İslami kültürle sentezlemiş.

“Kalkınma modelimizi, Batı’nın feodal toplumunun kalkınma modelini şablon alarak anlayabilmek zordur.”

Fatih’in, “Ben Roma imparatoruyum” demesi başlı başına zaten bir şey değil midir?

Tabii ki… Sonraki dönemlerde Abdülhamid’de de Batı medeniyeti ile Osmanlı medeniyetini bir şekilde bütünleştirme çabası vardır. Abdülmecid aynı zamanda müthiş bir ressamdır. O arada kaçırılan trenlerin boş bıraktığı bir istasyon var. Kaçırılan trenlerin başında ekonomik değişim geliyor.

Kapitalist kalkınma modelinin Türkiye’de niye olmadığı sorusu… Benim kuşağım bunu çok tartıştı. ATÜT tartışmaları, Kemal Tahir tartışmaları… Acaba bu toprak mülkiyetiyle mi ilgiliydi? Çünkü toprak mülkiyeti 150 yıl önce tanınmış bir şey ve klasik anlamda feodalite yok. Benim gençliğimde çok tartışmalar oldu, acaba ağalık sistemi feodalite sayılır mı sayılmaz mı diye… Bunlar doğru sorulardı.

Çünkü biz farklıyız. Kalkınma modelimizi, Batı’nın feodal toplumunun kalkınma modelini şablon alarak anlayabilmek zordur. Bizim kendi özelliklerimize bakmamız lazım çünkü bir imparatorluk geçmişimiz var. Avrupa modeli çerçevesinde nasıl ki Çin’i anlayamazsanız, Türkiye’yi de Rusya’yı da anlayamazsınız.

Türkiye’de Fatih’ten sonra dengenin Avrupa’dan Ortadoğu’ya kaymış olması ve dinsel skolastik düşüncenin giderek daha fazla egemen olmaya başlaması, gerilemenin sebeplerinden bir tanesidir. Bu sırada Batı’da feodal sistemin yıkılıp yerine kapitalizmin, yeni üretim biçimlerinin ve yeni savaşma biçimlerinin ortaya çıkmasıyla, çok uzun yıllar sürecek bir dengesizlik oluşturmuş.

Çok uzun yıllar süren kocaman bir imparatorluk var. İyi zamanda gücünü iyi kullanmış ve müthiş bir şey yaparak işgal ettiği ülkelerin halklarının dinlerini değiştirmemiş. Bugün bile bunları anlatabilmek zor, Batı feodalizminin hayalinden bile geçiremeyeceği bir özerk birlikler ortaya çıkarıp onların hepsini yukardan yönetme sistemi inşa etmiş. Belki bunları kısmen Bizans’tan öğrendi ama ne olursa olsun…

“Çanakkale Savaşlarının bence en önemli özelliği uzun zaman süren yenilgilerin ardından ayağa kalkmış olmamızdır”

Sonuç olarak kapitalizm trenini kaçırmanın bedelleri çok yüksektir. Kapitalizm aynı zamanda peşinden antiskolastik bir dinamik de yaratıyor. Aydınlanmanın ilk kıvılcımları orada tutuşmaya başlıyor. 19’uncu yüzyılına gelene kadar adım adım gelen bir değişim var ve onların istasyonundan devamlı trenler geçiyor.

Bizim istasyon ise matbaayı almıyor, toprak mülkiyeti konusunda dünya bambaşka bir yere gelmişken hâlâ eski sistemde devam ediyor ve askeri yenilgiler başlıyor. Askeri ganimetleri kaybetmeye başlayınca uzun bir yenilgi döneminden sonra Cumhuriyet geliyor.

Bence Çanakkale Savaşlarının bence en önemli özelliği uzun zaman süren yenilgilerin ardından ayağa kalkmış olmamızdır ama Batı bunu kabul etmek istemiyor. “Türk vurulmak üzere ayağa kalktı,” diyor.

“Türkiye konusunda çok karamsar olmam”

Ama Atatürk, Çanakkale Zaferi için “Truva’nın intikamını aldım” diyor?

İşte bunu bilince vurulmuyorsun… Fatih’te de var bu. Tabii Fatih zamanında, Osmanlı Batı’ya göre daha üstün kurumsal yeteneklere sahip ama Mustafa Kemal ayağa kalktığında perişan bir imparatorluk vardı geride. O bakımdan Türkiye konusunda çok karamsar olmam.

Trenler kaçmış olabilir ama umutsuzluğa yer yok, diyorsunuz?

Çok vakit kaybediyoruz. Yani bütün bu tarikatların, İslami gerici hareketlerin arkasında yabancı istihbarat servislerinin bulunduğu ayan beyan ortadayken hâlâ birtakım insanların o taraflara yönlenmesi hayret ettiriyor. Ne var ki hakikat sonrası dönemde artık insanın rasyonel bir yaratık olduğu konusunda da çok o kadar emin değilim.

“Türkiye’nin ne olduğunu çok iyi anlamak zorundayız”

Peki, sizce Türkiye’nin bundan sonra dikkat edip de kaçırmaması gereken tren nedir?

Coğrafya kaderdir, diye bir laf vardır ya o büyük çapta doğrudur. Bizim bulunduğumuz geçiş bölgesi, bu ülkenin hem en büyük tehlikelere maruz kalmasına yol açmıştır hem de ayakta kalmasını sağlamıştır. Son dönemlerde her şeye rağmen şimdiki hükumetin Türkiye’nin coğrafi avantajlarını iyi kullandığı kanısındayım.

Amerikalı bir arkadaşım dedi ki, “Ukrayna’ya yaptıklarından sonra nasıl hâlâ Putin ile konuşmaya devam ediyorsunuz?” Ben de dedim ki, “Sen eve git, haritayı aç ve haritada kim kimin yanında bir bak.” Çünkü ancak o haritaya baktığın zaman bu ülkenin çok kendine özgü yerini ve rol üstlenebileceğini görürsün. Türkiye orada bir rol üstlendi. İsrail konusunda bile retorik ile realite arasında büyük farklılıklar var.

Bu da Türkiye’nin ahlaki olarak eleştirilere açık kalmak pahasına da olsa coğrafi konumunun kaçınılmaz zorunlulukları arasına giriyor. Çünkü bir taraftan Kıbrıs ile İsrail arasındaki ilişkileri bir taraftan da Dedeağaç’ın ABD üsleriyle dolmuş olmasını kollamak zorundasın. Bu yüzden Türkiye’yi iyi analiz etmek zorundayız ve Türkiye’nin ne olduğunu çok iyi anlamak zorundayız. Hani felsefenin ilk sorusu var ya…

“Recep Tayyip Erdoğan bile her şeye rağmen farkında…”

Kendini tanı?

Evet, Türkiye’nin kendisini çok iyi tanıması ve onun gereklerini yerine getirmesi gerekiyor. En büyük başarısı 2. Dünya Savaşı’na girmemiş olmamasıdır. Şimdiye kadar tarihin gördüğü en korkunç savaşa girmeden Türkiye’nin dört bir tarafı sarılıyken oradan ayakta çıkması ve oradan da demokrasiye geçmesi, Türkiye’nin neler yapabileceğinin yine çok başarılı bir örneğidir.

1950 seçimlerimde sıkıyönetim komutanı İsmet Paşa’yı arıyor ve diyor ki, “Paşam Kartal’da hile yapıldığını tespit ettik. CHP kaybediyor, isterseniz seçimleri iptal edebiliriz” İsmet Paşa da diyor ki, “Hayır, bunu sonuna kadar götüreceğiz ve gereklerini yerine getireceğiz.”

Ülkeyi onlarca yıldır yöneten güçlü insanların iktidarı başkalarına devretmesi, siyasi tarih açısından çok zor bir sıçramadır. Bunu yapabilen pek az ülke vardır. O bakımdan ben Türkiye’nin gereken siyasi manevraları yapabilecek bir birikimi olduğuna inanıyorum. İktidarlar çok da fazla fark etmiyor. Recep Tayyip Erdoğan bile her şeye rağmen Türkiye’nin çok kendine özgü rolleri olduğunun ve bu rolleri oynaması gerektiğinin farkında.

“Türkiye’nin ana ekseni her şeye rağmen demokratik ve sekülerdir”

Peki, laiklik konusundaki eleştiriler?

Suudi Arabistan bile kendi dilleri, dinleri ve kendi camilerinde hoparlör ile yayını yasaklama noktasına gelmişse laikliğin tersi bir anlayışta ne kadar ileri gidilebilir ki… Ayrıca tüketim toplumu olma yönünde çok uzun adımlar atmış, televizyonunu açtığında bin farklı programı aynı anda seyredebilen bir ülkede olmayacak şeyler bunlar ama heveslenen insanlar vardır.

Bu azgın yobaz gazeteler zaman zaman ön plana çıkıyor ya o zamanlarda ben hep şöyle düşünmüşümdür; bunlar ya Türkiye’nin en derin devletinin ya da birtakım dış istihbarat servislerinin bilinçli olarak seçip laik kesimi konsolide etmek için kullandıkları araçlardır.

Çünkü adamlar o kadar ilkel ve gerici ki bu adamlara baktıktan sonra herhangi bir insanın onlar tarafından yönetilmek isteyebileceğini sanmıyorum. Bu insan aklını külliyen reddetmek anlamına gelir. Türkiye’nin ana ekseni her şeye rağmen demokratik ve sekülerdir.

Bunun ille siyasi sekülerlikle göz kamaştırması gerekmiyor. İlle Fransa’nınki gibi olması gerekmiyor ama yaşam tanımları itibariyle sekülerdir. Bu türden korkunç senaryolardan faydalanmaya çalışan çevreler olabilir ama onlar gerçek tehlike değil.

Gerçek tehlike nedir?

Gerçek tehlikeler, Türkiye’nin kendi kimliğiyle ilgili temel denklemi yanlış anlamasıdır. Örneğin Ortadoğu’da savaşlara girmesidir.

“Türkiye’nin rolü merkezde olmaktır”

Türkiye’nin rolü merkezde olmak mıdır?

Evet, merkezde olmaktır. Türkiye’yi savaşa çeken davetlere karşı çıkmak son derece önemlidir. Türkiye bunu Özal Döneminde Irak Savaşı’na girmeyerek yaptı. Daha sonra Körfez Savaşı’nda Amerikan askerinin Türkiye’den Irak’a girmesi konusunda iktidarın arzusuna rağmen muhalefetin frene basmasıyla tezkere verilmemiş olması önemlidir. Bunlar, Türkiye’de böyle bir sağduyunun mevcut olduğunu gösteriyor.

Ortadoğu’da savaşa girmek ancak Türkiye’nin parçalanmasına mazeret yaratır. Türkiye’ye yapılacak bir şeriat darbesi sadece ve sadece iç savaş getirir. O yüzden ben o tehlikeden ziyade genç insanların sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi eğitsel ve ideolojik süreçlerle aldatılmasından kaygılanıyorum.

Olmayacak bir şeyin hevesi ile gençler asıl eğitimlerini alamıyor, asıl görevlerini üstlenemiyorlar ve biraz evvel sözünü ettiğimiz türden memleket tutkusu yerine olmayacak bir takım tutkulara kapılıyorlar. Ümmet diye bir kavram artık yoktur. Son savaş yani Gazze’de olanlar bunu gösterdi. Daha büyük bir provakosyon olabilir mi? Nerde o zaman ümmet? Yani bunlar bir takım fantezilerdir ve Türkiye’ye zarar verir ancak Türkiye bunları aşmıştır.

Dilek Karagöz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş

Son Yazılanlar

Dijital içeriklerin gastronomiye etkisi

Gastronomi, bir yandan kadim geleneklere ve yerel tatlara dayanırken diğer yandan sürekli yeniliklerle şekillenen dinamik bir alan. Bu hızlı değişimin önemli bir ayağını, hiç şüphesiz

Gastronomide geleceği şekillendirmek

Turizm, gastronomi ve ağırlama sektörleri, hem ekonomik hem de toplumsal açıdan dünyada çok önemli bir yer tutuyor. Bu alanlar, hem yerel kültürlerin korunmasını hem de

Bu resimlerde herkesin duygusu saklı

Bilinçdışı renklerle konuşuyor. “Bazı organik meseleler” Ressam, oyuncu ve iç mimar Melis Babadağ, “bazı organik meseleler” isimli ilk kişisel resim sergisini The Art Capsule Gallery’de

Edebiyat ve popüler kültür

Popüler kültüre hapsolmuş en popüler davranışlardan biri nedir diye sorsanız, hiç düşünmeden popüler kültüre küfretmektir, derim. Sondaki lafı başta söyledim ama mevzunun özeti bu sevgili

Tarihin en eski rehberi olan genetik

Son dönemde ne kadar çok duyar olduk değil mi ? DNA artık kulağımıza eskisi kadar uzak gelmese gerek. Sahi uzak mıydı ki, bizler genetik parçacıklar