Bu hafta, iki senede bir gittiğim, ruhuma iksir gibi gelen ve büyüsünden kolay kolay arınamadığım bir yolculuk var rotamda. Afrika’nın kuzeydoğu köşesinde, Mısır’ın batı çölünde bulunan Siwa Vahası’ndan bahsediyorum. Tüm notlarımı sizlerle paylaşacağım.
Önce, Türk Hava Yolları ile Mısır, Kahire’ye uçtuk. Havalimanında 25 dolar verip vizemizi aldık. Kahire’de yaşayan arkadaşımızın uyarısıyla dolarlarımızı İstanbul’da hazırlamıştık. Bu uyarı bizi en az 2 saat kuyrukta beklemekten kurtardı.
Siwa vahasında bekleyen arkadaşımız bizi karşılamak üzere havalimanına, 6 kişilik bir minibüsle şoför Hamade’yi göndermişti. Önümüzde 1150 kilometrelik bir yolculuk vardı. Yanımıza sularımızı, sandviçlerimizi alıp, bilmediğimiz bir çöl yolculuğuna, daha doğrusu maceramıza başladık.
İlk 400 Km’yi çok düzgün yollarda; bir tarafımızda deniz, diğer tarafımızda lüks tatil köyleri ve milyon dolarlık altın kaplamalı villaların önünden geçerek tamamladık . Yolculuğumuzun devamında denizi arkada bırakarak, altın renkli kumlardan oluşan çölde, bazen yanımızdan geçen develeri seyrederek bazen de eski tarz arabaların yanından geçerek kilometreleri katetmeye devam ettik.
Çölde tehlike
Her 100 km’de bir, pasaportlarımızı kontrol eden polisler tarafından durduruluyorduk. Güler yüzlü ve çok kibar olduklarını not düşmem gerekiyor. Yollarda o kadar çok polis arabasının önünden geçiyorduk ki, kendimizi hakikaten çok güvende hissediyorduk.
Çünkü, bu yolculuğa çıkmadan önce dostlarımız böyle bir maceranın çok güvenli olamayacağını çölde tehlikeyle karşılaşacağımızı söylemişlerdi. 15 gün süren bu seyahatimde bir an bile olsun kendimi tehlikede hissetmedim.
Yolculuğumuza kahve, bisküvi ve ihtiyaç molası dışında durmadan devam ettik. Sade kahvenin yanında soda sipariş ediyorduk çünkü, çeşme sularının sağlıklı olmadığını biliyorduk. Kahvelerimize bisküvileri bandırıp, develer ve devecilerle beraber çok keyifli kahve molaları yaptık.
Nihayet 13 saatlik yolculuktan sonra bizi, yüzlerce palmiye, hurma ve zeytin ağaçlarıyla dolu bir vaha karşıladı. Yol üstünde bir havaalanı gördüğümüzde ilk sorumuz Neden biz uçakla gelmedik? oldu ama öğrendik ki, orası askeri havaalanıymış. Siwa Vahası’nı ziyaret eden devlet adamları ve kraliyet ailelerinin mensupları özel uçaklarla bu havaalanına iniş yapıyorlarmış.
Vasilis’in misafiriyiz
Kapıda, bizi misafir eden sevgili arkadaşım Vasilis tarafından karşılandık ve doğruca birbirinden farklı yemeklerle dolu muhteşem bir ziyafet masasına konuk olduk. Evin, iki katlı çölün altın kumuyla kaplı, muhteşem ama bir o kadar da sade mimarisi vardı. Tüm mobilyalar palmiye ağacından yapılmıştı.
Gözüme ilk çarpan kocaman havuz, büyük bahçe ve yatak odalarının bulunduğu üst kata çıkan sağlı sollu merdivenler oldu. Kahvelerimizi içerken vahada kalacağımız 15 günün programını yapmaya başladık.
Amon-Ra’yı ziyaret
llk ziyaret etmek istediğim yer Amon-Ra tapınağıydı. Bu vaha, Mısır – Güneş Tanrısı Amon -Ra’ya adanmış. Dört çeker, çöl kumlarına uygun aracımız ve şoförümüz Muhammad ile yola çıktık. Belli bir yere kadar jip sonra da, zor bir yokuşu çıkarak tapınağı ziyaret ettik. M.Ö.332 ‘de Amon-Ra tapınağını ziyaret eden Great Alexander’ın (Büyük İskender) yürüdüğü yollarda olma duygusu gerçekten çok farklıydı. İnanılmaz bir enerjiyle dolduğumuzu hissettik.
O bölgeden sonra yolumuza devam edip güneşi batırmak üzere çölün başka bir tarafına gittik. Sabah evimizin bahçesinden topladığımız hibiskus ve lemongrass (limon otu) bitkileriyle yapılan çaylar, Muhammad’ in yaktığı ateşte hazırlandı. Kilim üstünde yanımıza aldığımız sandviç ve hurmalarla açlığımızı gidermeye çalıştık. Akşam yemeğimizi köy meydanında bulunan lokantada yedik.
Kuskuslu tavuk, kuskuslu kuzu, kuskuslu sebze gibi çeşitleri tattık. Sularla ilgili sorun olduğun için hiçbir çiğ salata veya meyve denemedik. Dişlerimizi bile, her sabah şişe suları ile yıkadık. Ancak tüm uyarılara rağmen dayanamayıp sokak lezzetlerinden yedik. Bana bir şey olmadı ama diğer arkadaşlarım pek şanslı değillerdi.
Tuzdan hediyelikler
Köy meydanında üç lokantanın yanı sıra interneti olan bir kafe, iki manav, iki kasap, pide- galeta satan bir fırın, bolca el yapımı kilimler, palmiye ağacından yapılmış heykelcikler, göldeki tuzlardan yapılmış mumluklar ve çok çeşit hediyelik heykelcikler göze çarpıyordu.
İnanışa göre, tuzdan mumluklar Salt Lake denilen yani dünyaca ünlü gölün tuzlarından yapılıyormuş ve içine mum yaktığınız zaman da odaya enerji veriyormuş. Enerjisiz kalmayalım diye dörder, beşer mum aldık. Fiyatlar bu sanat eserleri için bize biraz komik geldi. 1 € küçükler, 3 € büyükler.35 € ‘ya salon için kocaman bir kilimi de paketledim ve Siwa dan İstanbul’a kadar taşıdım . Tabii bu kadar tuzlu eşya alışverişinden sonra Tuz Gölü’ne gitmek şart oldu .
Tuz gölünde yüzmek
Ertesi sabah şoförümüzle yine çöl içinden bir yolculuk sonrası inanılmaz güzellikteki gölü ziyaret ettik. Siwa nın yerel halkı Berberiler ile yakın köylerden çok sayıda kadın ve erkek sağlık için gölün sularına girip yüzüyorlardı. Tuzların yontulmamış kristaller görüntüsü bize tehlikeli göründüğü için cesaret edemedik. Ama çantalarımızı kocaman tuz parçalarıyla doldurduk.
Her gün yeni bir keşif
Her gün yeni bir yer keşfetmek için yola koyuluyorduk. Kleopatra’nın yüzdüğü göl, çölde kolay zannedip araba kullanma denemelerimiz, yüzlerce palmiye ağacı arasında yürüyüş, kaldığımız odaların penceresinden dalından hurmaları kesip akşam yemeği için hazırlıklar yapmak…Her birinin heyecanı ayrıydı.
Yemek de yaptım
Çoğu akşam yemek yapmayı önerdiğim için gidip köy meydanından keyifle alış veriş yapıyordum. Kilosu 0,50 kuruşa minnacık kınalı bamyalar, bal gibi tatlı patlıcanlar çeşit çeşit sebzeler…Hepsini tek tek seçerek alıyordum. Hünkar beğendi, imam bayıldı, tavuklu kınalı bamya, kıpkırmızı domates sosunda İzmir köftesi, narlı- bademli – hurmalı pilavlar müthiş beğeni topluyordu.
Hatta bazı geceler Siwa Vahası’nda yaşayan bir Fransız çift, iki İngiliz arkeolog ve 5-6 Berberi komşuyu havuz başındaki upuzun masamızda ağırlıyorduk. Kendimi, restoranımı Siwa’ya taşımış gibi hissediyordum. Yemeğimiz Muhammad, Sayad ve iki yerel müzisyenin çaldıkları enstrümanlarla daha da renkleniyordu. Bu yemekli ve eğlenceli gecelerimiz de menümüze Fransız çiftin getirdiği kırmızı şarap eşlik ediyordu. İngiliz arkeolog ise viskisi ile geliyordu.
Özel bir otel ve anılar
Siwa’ da 4-5 küçük otel haricinde çok özel ve diğerlerinden epeyce pahalı olan Adrere Amellal oteli de bizim için özeldi. Uzaktan otel olduğu anlaşılmayan Adrere Amellal Oteli, çöl kumuyla aynı renkte enteresan bir binaydı. Dışardan misafir kabul etmiyorlardı ama biz 20 senedir Siwa’da yaşayan arkadaşımız Vasilis sayesinde oraya, güneşin batışını izlemeye ve hibiskus çayı içmeye gidiyorduk. Çayın yanında ikram ettikleri bisküvilerin tadı ise halen damağımda.
Müthiş bir macera yaşadığımız Siwa Vahası yolculuğumuzu iki yılda bir tekrar ediyoruz. Her seferinde de bavullarımız ve kalplerimiz anılarla dolu olarak dönüyoruz.