“Şimdi düşün, yumurtanın tanesi kaç lira? 2 lira değil mi? Kuluçka makinesini kendimiz yapsak; ayda 250 yumurta çıkarsak, 5 ay diyelim, 1250 civciv eder. Hadi 50’si telef olsa, 1200 civciv kalır. Bunlar 4 ay sonra tanesi 150 desek 180 bin TL eder.
Hadi büyüttük makineyi veya iki tane makine yaptık, çarptın mı 2 ile 360.000 TL eder. Normal geçimimizi sağlıyoruz, bu yan iş, bir yandan bu da olacak. 10 senede 3,5 milyon eder, sana güzel bir ev parası ya da 2 araba parası eder.
Bu dursun bir yanda, bunun yarısı kadar hindi üretsek, onun fiyatı daha fazla olduğu için yılda 400 bin TL de hindiye say, toplam 7,5 milyon TL. Oturduğun yerden, doğru mu? Civcivleri salacaksın, biraz yem, büyüyecek, satacaksın. Bu kadar.
İstersen yumurtacılığa geç
2 liraya bir yumurta alıyorsun, sonra sana senede 300 yumurta veriyor. 1’e 300, bu oranda karlılık hangi işte var?”
Remzi Dayı sık sık böyle projeler yapar ama uygulamazdı ya da pilot çalışma yapıyorum diye 20 tane yumurtayı eski bir kuluçka makinesine koyar, ilgilenmez ya elektrik kesilir, ya makine bozulur, civciv çıkmazdı ve bir süreliğine tavuktan para kazanmayı unuturdu.
Sonra başka bir proje yapardı. “Bakın afaki konuşmuyorum, her şeyi planladım, hesapladım. Bizim burada meyve yetiştirirken en büyük zorluğumuz ne? Su ve sulama sıkıntısı. Öyle değil mi? Su yok değil ama suyu tarlalara taşımak ve sulama yapmak çok emek istiyor, dolayısıyla ne yapacağız? Fazla su istemeyen bir meyve seçeceğiz.
İkinci problem ne? Pazarlama. Kiraz yetiştirsek, olgunlaşan kirazları bir hafta içinde müşteri bulamazsan elinde patlar, çürür. Dolayısıyla ne lazım? Satmasan da uzun süre dayanacak bir meyve.
Üçüncü meselemiz ne? Süre. Burada kışlar uzun sürdüğünden meyve ağaçları geç meyve veriyor ve artık yaşımız da çok genç değil, dolayısıyla bize erken yaşta meyve veren ağaç lazım. Şeftali öyledir ama satamazsan hemen çürür.
Tüm bu problemler bizi tek bir ağaca yönlendiriyor: Badem. Çok su istemez, bir sene satamazsan bozulmaz, 5 senede de meyve verir. Artı bir avantajı da ister fidan al dik, istersen çekirdekten dik gene olur. Yani sistemi kurmak da masrafsız.
Bir başka faydası da diğer meyve ağaçlarına göre daha sık dikilebilmesi. Dönüme 50-80 tane dikilebilir, biz 60 dikeriz; burada çok büyümez zaten.
Bir de şunu düşünün, 200 dönüm badem bahçesi yapmışız, baharda bademler çiçek açtığında nasıl olur? Cennet bahçesi.
Ayrıca araştırdım, Türkiye badem ihtiyacının ancak onda birini üretebiliyormuş, yani iç pazar aç ve pazarlama sorunu uzun yıllar olmayacak. Ayrıca çok uzun yıllar, en az 50 yıl, yüksek verimde meyve vermeye devam eder. Şeftali öyle mi? Verimli olduğu yıl 5 veya 6. 6 sene sonra kesip yenisini dikeceksin. Kayısı bile bir süre sonra verimi düşen bir ağaç.
Bakın hesabını da yaptım. Bir dönüme 60 ağaç diksek, 200 dönüme 12.000 ağaç dikeriz. 5 sene sonra 200 dönümden minimum ağaç başına 5 kg’dan 60 ton badem eder. En düşük fiyattan satsak, mesela kilosunu 150 liradan satsak, 9 milyondan fazla para eder. 7 sene sonra bu 7 kiloya ulaşacak, 10 sene sonra 10 kiloyu bulacak, yani bugünkü para ile 10 sene sonra yılda 18 milyon TL gelir olacak. Yani aylık 1,5 milyon gelirimiz olacak.
Bademin bir masrafı da yok. Su da istemez, yağmur kafi. Sonra su da vereyim, ürün artsın dersen, para kazandıkça otomatik sulamayı da kendi satın alır. Artık çırpma da yok, basit sallama makineleri var, çok ucuz. Ayıklama, kırma makinesi her şey otomatik ve pahalı da değil.
Neden ayda 1,5 milyon para kazanmayalım ki? Ne eksiğimiz var Sabancılardan? Akıl dersen, akıl; proje dersen, proje; fizibilite dersen, fizibilite.”
Sonra Remzi Dayı bir bayıra birkaç badem çekirdeği gömer, bir ikisi çıkar, onlara da bakmaz. Keçiler sürekli yediğinden boyları yarım metreyi hiçbir zaman geçmez. Ve buranın badem yetiştirmeye uygun olmadığına karar verir. Başkası badem dikmeye kalktığında da engellemeye çalışır. “Ben yaptım, olmuyor,” derdi.
Siyasetle de çok ilgiliydi
Hükümet politikalarını devamlı eleştirir, kendisini tarım bakanı yapmaları durumunda ülkeyi kısa sürede kalkındıracağını iddia eder ve memleketi nasıl kısa sürede zenginliğe boğacağına dair projelerini anlatırdı. Ülkeyi nasıl kalkındıracağına dair projeleri, kendi projelerinden de daha heyecanlı ve coşkulu anlatırdı. “Tamam, eğitimsiz olabilirim; evet, okula gitmedim ama biz hayat okulunda kendimizi yetiştirmiş bir insanız. Çekirdekten yetişmişiz,” derdi.
Anlattığı şeyler arasında epeyce makul şeyler de vardı. Mesela tarım kooperatiflerinin tüccarlar tarafından ele geçirildiğini, üreticilere değil tüccarlara hizmet ettiğini, bunların devlet tarafından yürütülmesi gerektiğini, Batı’da olduğu gibi çiftçiyi koruma politikalarının uygulanmasının zorunlu olduğunu ve çiftlikleri birleştirip büyük ölçekli tarım işletmelerine geçilmesi için yardım ve destek verilmesi gerektiğini anlatırdı.
Üretimin planlanmasını ve pazarlamanın devlet örgütlenmesi ile gerçekleştirilmesini, tarım ticaretinde İsrail egemenliğine karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylerdi. “Kayısıyı biz üretiyoruz, Avrupa’ya İsrailli tüccarlar satıyor; bizden alıyorlar 2-3 euroya, Avrupa’ya veriyorlar 20 euroya,” derdi.
Köylüler de “Doğru, doğru,” diye kafa sallarlar, desteklerlerdi. Gençlik yıllarında insanlar konuşmasındaki şevkten ve heyecandan etkilenir, akılları yatar, hakikaten tarım bakanı olması gerektiğine inanırlardı. Ama zamanla inançları da ilgileri de azaldı.
Bir ara şarap fabrikaları, çiftçilere şaraplık üzüm çelikleri dağıttı. Köylüler bu çelikleri alıp üzüm ürettiklerinde de alacaklarını söylüyorlardı. Aslında bölgede başka öküzgözü ve köhnü üzümü olmak üzere epeyce şaraplık üzüm üretiliyordu ama kimsenin bağında tek bir çeşit üzüm olmaz, çoğunluğu bir cins oluştursa da bağlar karışık olurdu.
Şarap fabrikaları üzüm almaya geldiğinde de köylüler kasalara karışık doldurduklarından, onları ayırmak ek bir iş oluşturuyordu. Bu yüzden şarap fabrikaları tek cins üzüm yetiştirmeleri için köylüleri teşvik ediyorlar, bedava çelik ve gübre veriyorlardı.
Remzi Dayı’ya “Sen de yapsana,” dedim. “Bak, çelikler de hazır, alacaksın, dikeceksin; pazar da hazır, arazin de var, daha ne istiyorsun?”
Yapmadı. Dedi ki, “Bunların getirdiği çelikler bölgeye uyum göstermeyecektir. Ben yerli asmalara öküzgözü aşılayıp öyle üretim yapacağım. Onların üzüm bağları 5-6 sene sonra kuruyup gidecek ama benimkiler yerli anaç olduğu için, yıllardır buraya evrimleşmiş olduklarından uzun yıllar dayanacak.”
Elbette şarap fabrikaları köylülere üzüm fidesi dağıtırken, üretimi artırmayı, üreticiyi kendilerine bağlamayı ve fiyatı belirlemeyi de planlıyorlardı; bunu sadece köylülere yardım olsun diye yapmıyorlardı. Ama Remzi Dayı bunun çok ötesinde büyük oyunu hemen görmüş ve asıl maksatlarının bölgede üzümcülüğü bitirmek olduğunu anında çözmüştü.
Üzüm bağlarının kurumasından nasıl bir çıkarları olacak? Ne kadar üzüm yetişirse o kadar ucuza alma şansları olmaz mı, dedim. “Bunlar hep İsrail-ABD oyunu, oğul. Uzun vadeli düşün; Türkiye’yi tarım piyasasından silmek istiyorlar,” dedi. Ama bunlar Türk şirketi zaten, dedimse de, “Siz anlamazsınız,” deyip fide almadığı gibi, vaktini köylülere bu büyük oyunu ifşa etmeye ayırdı.
Her şeye kendine göre açıklamaları vardı. Aşının bir ABD oyunu olduğunu da herkesten önce söylemiş ve yakında başka bir virüs üreterek Ortadoğu’yu tümden ele geçireceklerini iddia etmişti.
Sonunda hiçbir şey yapmamaya karar verdi. Nasılsa yakında dış güçler tarımı da ülkeyi de batıracaklardı. O zaman ne diye uğraşsındı? En iyisi yan gelip yatmaktı. “İdare edecek kadar sebze, meyve üretir, geçinir giderim,” diyordu.
Uzun zamandır köye gitmiyordum. Geçen sene gittiğimde uğradım. “Remzi Dayı, var mı yeni proje?” dedim.
Dedi ki, “En iyisi satacaksın tarlaları, güneyde bir kasabada küçük butik bir kafe-pastane açacaksın. Hem tatil hem para kazanma, ohh miss gibi.”
Fizibilitesini anlatacaktı ama zaten daha önce çok arkadaştan dinlediğim için, müsaade isteyip kalktım.