55 yıldır tiyatro sahnesinde Dilek Türker… Aşk ve sanatla, ülkesinin kültürüne katkı sağlamak için mücadele ediyor. O, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” diyen bilgenin kurduğu devletin sanatçısı… Pandemi en önemli gündem maddemiz olsa da, Dilek Türker gibi bir sanatçı ile bir araya gelince pandeminin de ötesinde bir kültür-sanat sohbeti etmek gerekirdi. Biz de öyle yaptık.
Kültür sanat politikası gerekli
Türker, ülkede ne iktidar ne de muhalefet tarafından ciddi bir kültür sanat politikasının üretilemediğini söyleyerek başladı söze. Sanatçının duruşunun ne olması gerektiğini, muhalif olanın da nasıl sisteme hizmet ettiğini anlattı.
Dilek Türker ile sohbet etmek, aynaya bakmak gibi…
Silkeleyen ve çıplak bırakan bir ayna…
Ne iktidar ne muhalefet ciddi bir kültür ve sanat politikası üretemedi
Sizce Türkiye’de şu an nasıl bir kültürel ortam var?
Popülizm ön planda… Sermaye, içeriği muhalif ve özgün olan eserlere pek ilgi duymuyor. Ayrıca şunu görüyorum; özellikle belediyecilikte, kültür ve sanat adına gerçekten alt yapısı olan ve samimi bir felsefesi, dünya görüşü, olan bir kültür politikasını oluşturan bir siyasi örgüt yok. İktidarda olsun muhalefette olsun hiçbir siyasi örgüt bu ülke adına ciddi bir kültür ve sanat politikası üretememiştir. Bu önemli bir sorun. Ciddi bir kültür sanat politikasının oluşturulması için özellikle bundan kaygı duyan siyasi örgütlenmelerin bu konuda ciddi bir çalışma içine girmelerini umut ediyorum.
İktidarın sanatçıya bir şey vereceği yoktur
Peki siz bu dönemin içinden geçerken neler hissediyorsunuz?
Kesin cümlelerle, kesin bir tavırla, elde ettiğimiz sonuçlarla, gelecekle ilgili net olarak şunu söyleyebilirim; umutlarımı nerelere bağlıyorum, onları keşfetmiş miyim, neyi umut ediyorum, umut ettiğim şeyin gerçekleşebilmesi için ne kadar yol açabiliyorum, ne kadar etki edebiliyorum, insanlara ne kadar ulaşabiliyorum ve engeller içinde ne kadar yıpranıyorum, diye sorguluyorum. Şunu da görüyorum; yıpranıyorsunuz çünkü zengin değilsiniz. Bunun yanı sıra, tarih boyunca neredeyse bütün bilim insanlarının eziyet görmesi, statükocuların muhafaza ettikleri durumdan sağladıkları çıkarın bozulmaması için sergiledikleri tavır… Hâlbuki iktidarın sanatçıya vereceği bir şey yoktur. Sanatçı bunu biliyor olmalı.
Aslında gerçek iktidar sanatçı değil midir? Bahsettiğiniz şekilde tarih boyu bilim insanları, sanatçılar veya filozoflar eziyet görmüş ve ön sırada yer almamış olabilirler ancak insanlık onlarla gelişmemiş mi?
İşte bunu biliyorsan popüler olup olmamaya takılmadan devam edersin.
Kapitalizm eleştirisi yaptıklarını söylüyorlar ama insanı yok ediyorlar
Dünyada nasıl işliyor bu dediğiniz sistem?
Popüler kültür içerisindeki birtakım sanatçılar da konservatuar bitirmişler, belli bir müzik geçmişleri var ama bir felsefeleri olmadığı için şova dayalı hareket ediyorlar. Bu bütün dünyada böyle… “America’s Got Talent” diye bir şey yapılıyor. Adam kazığın üstünden üç defa atlıyor, ölüm tehlikesi geçiriyor. Diyorlar ki; “Ne büyük iş!” Herkes ayakta alkışlıyor. Bunun yanı sıra güzel sesler çıkıyor ama söz olarak yaratıcı değil, özde bir şey yok. Öz olanın da içini alıp, Abramovic’in yaptığı gibi tamamen o muhalif sanatı adeta yerin dibine sokuyorlar. Bunun gibi birçok örnek var. Kapitalizm eleştirisi yaptıklarını söylüyorlar ama insanı yok ediyorlar.
Muhalif de sisteme hizmet ediyor
Yani muhalif olarak ortaya çıkanlar da aslında sisteme hizmet ediyor?
Doğru fakat burada, bir sanatçı olarak satranç oynayacak güçte olursanız, o zaman değişir. Bunları yaşamış biri olarak söylüyorum. On iki yıl Almanya’da yaşadım. Orada ilk profesyonel Türk tiyatrosunu kurmaya çalıştık. Haldun Dormen geldi, sahneye oyun koydu. Çok sevdiğim Osman Şengezer ile daha çok dekor çalıştık. Almanya’da önce, Şener Şen, Tuncel Kurtiz ve Ayla Algan ile Keşanlı Ali Destanı’nı oynadık. O arada ben de Goethe Enstitüsü’nün yüksek bölümünü okuyordum. Ondan sonra “Kurban” yapıldı. Dizi film yaptım. Başrolde bir Türk kadınını oynuyordum. Sonrasında Nezihe Meriç’e “Sevdican”ı yazdırdım. Almanya’da yedi sene oynadı. Almanya’ya ekmek parası için gitmiş kadın hikâyelerini oynadık.
Yaptığınız işin bir sözü olmalı
O hikâyelerde profesörle evlenmiş kadın da vardı; kaçmış ve kocasından dayak yemiş, ihanet görmüş kadın da vardı. En önemlisi yabancı düşmanlığını yerden yere vuran bir sözü vardı. Çünkü ben yaptığım işte hep bir söz söylemek isterim. Yaptığınız işin bir özü olmalı. Özelden genele giden bir söz söylemek gerekir. Bu artık benim sistemim haline geldi ve hâlâ böyle devam eder. Her insan hikâyesinin içinde tek bir öz vardır. Her zaman geçmişten de gelen ve genele giden bir söz söylemek isterim. “Latife”yi de “Mutlu Ol Nazım”ı da onun için oynadım. O insanlar yetiştiğim ve beslendiğim hocalarımdı aynı zamanda. Mesela Aziz Nesin bir tek bana oyun yazdı. Zaten o yüzden de tiyatro kurdum. Bilinen ve çok konuşulmuş bir hikâyedir.
Almanya da özgür ve demokrat ama…
O özelden genele giden sözü söylemek ve bunu müthiş bir estetik içinde ve insana olan güvenimizin artacağı bir biçimde sahneye koymak, çok önemlidir. O hikâyelerin içinde, özlemleri, umutları, eleştirileri, kaygıları olduğu gibi benim kendi kaygılarım ve endişelerim de muhakkak vardır. Ben hep varım oyunlarımın içinde. Mesela “Sevdican”ı yazdırdım. Kıyamet koptu Almanya’da. Bir anda “Diva” oldum. Yedi sene oynadım. Ama sonra baktım, oradaki sistem de beni kullanıyor muhalif olarak. Ne kadar demokrat, ne kadar özgür görünse de…
Dengeyi iyi kurmak lazım
Sistem içinde muhalefete bir noktaya kadar izin var, diyebilir miyiz?
Tabii… Ancak o oyun Almanya’da o kadar büyük prestij kazandı ve kabul gördü ki, yedi sene oynadım. Ben buna da razıyım. Onlar beni bu şekilde kontrol etseler de, ben hiç değilse kendi sözümü söylemiş olabildim. Kontrol altında da olsa ve onlara da bir pay çıksa bile, ben var olduğumu kanıtlayabiliyorum. O da kendi hanesine artı yazdıracak tabii… O da onun hakkı… O oyun sayesinde çok samimi birçok insanı etkilediğimi biliyorum. Alman kadınları gelip beni izliyordu. Köln Senfoni Orkestrası’nın şefiyle Yunus Emre Resitalleri yapıyorduk. O da benim projemdi. Bir dörtlük Almanca bir dörtlük Türkçe okuyordum. Çok itibar görmüştü.
İnceliklerle de karşılaşıyorsunuz kabalıklarla da…
Alman bir kadın, Basel İsviçre’de gelip omzumu okşadı. İkinci günü tekrar gelmiş seyretmeye. “Dilerim, kendi vatandaşlarınız da sizi benim kadar hissetmişlerdir. Onun için dua ediyorum, benim kadar anlasınlar sizi.” dedi. Elinde de böyle toprak bir saksı… Kadının gözleri dolu doluydu. İncelikli, sofistike bir iş olduğunu görmüştü. Aydın bir halk kadınıydı. Mütevazı, eski bir palto sırtında… Belki bir emekliydi, bilemiyorum. İsveç gibi zengin bir ülkede, ellerinden belliydi ki bütün işini kendi yapıyor. Yorgun ancak son derecede zarif ve kültürlü bir kadındı. “Bu çiçek yük olmaz umarım size. Biliyorum, turne bitince evinize döneceksiniz” dedi. Böyle inceliklerle de karşılaşıyorsunuz, kabalıklarla da… Dengeyi iyi kurmak lazım… Bir de tabii yalnız hat sanatıyla, tasavvuf ile olmaz. Ki, hat sanatı çok önemlidir. Ben de bir mutasavvıf torunuyum. Ancak o felsefeyi anlayan kişinin tavrı başka olur.
İstanbul’un tanıtımına katkı sağlayacak bir oyun
Siz aynı zamanda birçok oyun yazdırmış bir isimsiniz. Şu an üzerinde çalıştığınız bir proje var mı?
Tabii. Oyun yazdırmış olmak en önem verdiğim konu… Devlet Sanatçısı unvanına da sahibim. Ayrıca devlet desteği kesilmiş tek devlet sanatçısı benim. Şu anda da iki tane proje üzerinde çalışıyorum. Ragıp Ertuğrul’a yazdırdığım proje için çok heyecanlanıyorum. Geçmişimizden, Sadullah Paşa özelinden genele gelen bir hikâye… Bir Osmanlı aydını ve Abdülhamid döneminde İstanbul’da bir yalı… Şu anda metni yazım aşamasında. Bu oyunda, bir senfonik müzik besteleterek, dünya çapında bir koreograf ve kompozitör ile gene uluslararası çapta erkek bir oyuncu-dansçı ile bir sanat eseri ortaya koymayı istiyorum. Böylesine özgün bizim değerlerimizi taşıyan bir sanat üretimine sponsor bulunacağına da inanıyorum. Çünkü bu İstanbul’un tanıtımına katkıda bulunacağı gibi tiyatro sanatı adına da öncü sayılabilecek bir eser olacaktır. İstanbul’unuzun güzellikleri, incelikleri, kültürleri arasında; aydın cefasının, ezasının, zulmünün iki yüz yıldan bu yana devam ettiğini göreceğimiz bir hikâye…
“Ben Valide Paşa” oyunu için çok heyecanlıyım
Biz bu oyunda sorguluyoruz. Oyunun adı “Ben Valide Paşa”. Oyunda Sadullah Paşa’nın hikâyesi anlatılıyor. İttihat ve Terakki’nin ilk dönemindeki yurtseverlerden biri olan Sadullah Paşa, Abdülhamit tarafından kibarca Berlin’e sürülüyor. Sadullah Paşa, orada intihar ediyor. Paşa’nın eşi aklını yitiriyor ve son oğlu ile Sadullah Paşa ile yaşadığı köşkte kalıyor. Şimdi böyle bir oyun, gerçek bir mekân istiyor. Bir köşk… İstanbul’da belediyeye bağlı bir köşk içinde oynayalım, dans edelim. Onun içinde bu hikâye anlatılsın. Dekor değil gerçek bir mekân içinde olsun. Yurtiçinden ve yurt dışından sanat, siyaset, düşünce ve iş insanlarını davet ederek İstanbul’un o büyülü tarihini, zarafetini, bu yüzyılda Cumhuriyet’imizin yetiştirdiği Sevgili Atatürk’ümün sanatçılarının anlattığı bir oyun… Bu beni çok heyecanlandırıyor.