Yüzleşmek… Bu hayattaki en büyük, en zor bir o kadar da ayakları yere en sağlam basan kelime… Kolay telaffuz edilse de, iş uygulamaya geldiğinde insanı en büyük düşmanı olan kendi ile karşı karşıya getiren, hayat bilgisi bitirme sınavının en kazık sorusu… En büyük sınavları verdiğini düşünenin bile, muhakkak çalışmadığı yerden yakalandığı konu…
Bu yüzden olsa gerek; insanlar, kurumlar ve medeniyetler içinde en güçlüleri yüzleşmeyi başarabilenler, ondan korkmayanlar…

Yeditepe GSF Dekanı Prof. Dr. Gülveli Kaya ile Pera Müzesi’nde buluştuk
Bu bilinç ve cesaret ile Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, kurumsal bir hafıza yoklaması yapmış. Sonuçta Pera Müzesi’nde ziyaretçilere sunulan mezunlarının eserlerinden oluşan bir sergi ortaya koymuş ve sergiye de ruhunu yansıtan kavramla “Yüzleşme” adını vermiş. Sergi vesilesiyle Yeditepe GSF Dekanı Prof. Dr. Gülveli Kaya ile bir araya geldik ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Hâlâ görmediyseniz 24 Ekim’e kadar vaktiniz var. Tavsiyedir, gezin ve zihninizin dehlizlerinde kaybolun. Sonunda mutlaka iyi bir yerden çıkacaksınız.
“Kurumların hafızaları çok önemlidir”
Bu sergi için “Yüzleşme” ismi nasıl ortaya çıktı?
Bu ruhu olan bir sergi ve kendi içinde bir kavram barındırıyor. İsmini de o kavramdan aldı. Kurumların kendi hafızaları vardır ve onlara değer katan şeyler de o hafızalarıdır. Birikim, yaşanmışlıklar ve onun sürekliliği, aslında kurum kültürü dediğimiz şeyi oluşturur. Kültürler, ben şunu yapmak istiyorum, diye oluşmaz. Süreklilik ister. Bir miras gibidir, korunması gerekir. Ve o kültür, içinde yaşayan kişileri de kendine benzetir ya da kendine benzeyen kişileri içinde barındırır. Bu yıl, Yeditepe Üniversitesi’nin 25’nci yılı ve ben de “1999’dan bu yana Yeditepe Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışıyorum. Lisans eğitimi olarak Marmara Üniversitesi’nden ve Hüsamettin Koçan Atölyesi’nden olsam da, Yeditepe Üniversitesi’nde 21 yıllık bir periyodun içerisinde, asistanlık, yan doçentlik, doçentlik, profesörlük, bölüm başkan yardımcılığı, bölüm başkanlığı ve şimdi de dekanlık görevlerinde bulundum, bulunuyorum.
“Bu sergi geçmişimize meydan okuma”
Süreklilik arz eden bir kurum kültürü…
Evet, tam tozundan toprağından… Yeditepe ilk mezunlarını verdiğinde, ben yeni asistan olmuştum ve Büyükada’daki kampüste bir liseden bozma binanın duvarlarına, sabaha kadar arkadaşlarla resim yapmıştık. Kültür dediğimiz şey burada başlıyor işte. O yüzleşme ve ruh dediğimiz şey, o çaktığımız çivilerde başlıyor. O arkadaşlarımız ile hâlâ aynı kurumdayız. Benim dekan olmak gibi bir hedefim hiç olmadı, ben öncelikle bir sanatçıyım ama yaşam beni bu kurumda sorumluluk sahibi yaptı. Dekan olduğum yıl kendi kendime, neden mezunlarımız ile bir sergi yapmıyoruz, diye düşündüm. Çünkü kurum olarak artık birikmiş bir tarihimiz var. Ve dedim, şu geçmişimizle bir yüzleşelim! Bir meydan okuyalım… Bizim geçmişimizde ne var? Biz, içlerinde uluslararası düzeyde sanatçılar da olan öğrencilerimizle gurur duyuyoruz ama bakalım onlar bizim hakkımızda ne düşünüyor? Bu kurumun aidiyetini taşıyorlar mı?
“24 Ekim’e kadar sergi gezilebilir”
Yani bu sergi kurumun bir hafıza yoklaması?
Kesinlikle. İki ayağı var. Bir, küratöryel bir çalışma olarak Pera Müzesi’nin sunduğu bir sergi olması, diğer yandan da serginin arkasındaki derinlik ve çıkış noktası… Buradan Prof. Sedefhan Oğuz Hocama çok teşekkür ediyorum, bu fikre çok sahip çıktığı için. Böyle bir fikir Pera Müzesi gibi bir kurumda yer almalıydı. Mezunlarımızı bir araya getirdiğimiz bir sergide, onları öğrenci değil, salt sanatçı olarak göstermemiz gerekirdi. Pera Müzesi ile görüşmelerimiz 2018’de başladı ama pandemi patlayınca, bizim sergimizde ileri bir tarih olarak bu zamana kaydırıldı. Müze, üç katını bize ayırdı. Çünkü onlar da, çalışmaları görünce bize inandı. Pera Müzesi ile anlaşmaya vardıktan biz yönetici olarak çekildik. Serginin kreate edilmesini Kültür Sanat Yönetimi Bölümüne devrettik. 24 Ekim’e kadar Pera Müzesi’nde görülebilecek “Yüzleşmeler”in küratörlüğünü Kültür Sanat Yönetimi Bölüm Başkanımız Prof. Marcus Graf yaptı.
“Mezunlarımız sergiden çok memnun”
Peki mezunlarınızın bu sergi için düşüncesi ne oldu?
Bir eğitimci ve sanatçı sorumluluğuyla, sanatçı mezunlarımızı birbirleriyle temas ettirmek istemiştik. Yüzleşme buydu. Neyle karşılaşacağımızı da bilmiyorduk ama mezunlarımız bu durumdan çok memnun oldu. Ayrıca, biz Yeditepe çatısı altındayız ama bir de güzel sanatlar çatımız var. Bunu düşünerek bölümlerimizi ortak bir noktada buluşturduk. Dolayısıyla sergiyi dolaşırken, farklı bölümlerden farklı işlerle karşılaştınız. Mesela, yukarıda bir küvet var. O, tiyatro bölümünün bir oyunundaki dekor aslında. Ancak biz onu sergi bütünü içerisinde, izleyicinin karşısına bir sanat eseri gibi koyduk. Aslında önemli olan bir kavram yakalamak… Kavram dediğimiz şeyler de zaten insanların ortak değerleri… Bunlar klasikleşmiş, modası geçmeyen, herkese temas eden ve herkesin içerisinde yaşattığı şeylerdir.
Aynı zamanda insanı kendi zihninin dehlizlerine girmeye zorlayan bir sergi olmuş…
Evet, zorluyor ve aslında gördüğünden başka bir şeyi, onun gördüğü gibi sunduk. Aslında tam tersidir. Genellikle gördüğünü başka bir şey gibi sunarsınız.
Mesela sergideki kaya parçaları, “Taş yerinde ağırdır,” deyimini hatırlatmaktan tutun da, altında ezildiklerimize, ağırlıklarımıza, hafifliklerimize kadar birçok şey çağrıştırıyor…
Kesinlikle.

“İnsanın ne olduğunu görmesi önemlidir”
Yüzleşmeyi, çoğunlukla görmekten hoşlanmadığımız, görmeyi ertelediğimiz içimizdeki bir bilgi ile karşılaşmak ve onunla hesaplaşmak olarak düşünürsek, sizce bu zamanda yüzleşme ile nasıl bir sınav veriyoruz?
Eğitimci olarak düşünürsek, bir fakültenin geçmişiyle yüzleşmesi lazım… Öğrencilerimizle, hocalarımızla barışmamız ve bugünümüzü geçmişimizde bir aramamız lazım… Bunu geçmişimizden bugünümüze bir bakmak olarak da söyleyebiliriz. Dolayısıyla hem bir insanın içsel dünyasında hem hayatta hem doğada, aslında her alanda yüzleşme, insanı iyi olana götüren bir şey. Gerçeklerden kaçmamaktır yüzleşme. Psikolojide de karşımıza çıkar; önce kendimizi çözmemiz gerekir. Kaçtığımız zaman üstünü örteriz ama o sonra bir şekilde karşımıza çıkar. İşte yüzleşme dediğimiz şey, bir meydan orada olduğunu görürsün. Ne olduğunu görmek önemlidir.
“Sanat hep anormal olanla uğraşmak ister”
Hayat bilgisi bitirme sınavında en kazık soru sanırım?
Tabii. Mesela pandeminin patlaması, sel felaketi, depremler, çöken binalar… Bir bina deprem olmadan çöktü. İnsanlar öldü. Ormanlar yandı, kül oldu. Doğa isyan etti. Bir taraf su diye yalvarırken ve ateşi söndürmek isterken, diğer taraf sudan kurtulmak istedi. Suyun getirdiği felaketi yaşadı. Hiçbir şey normal değildi. Sanat da hep böyle anormal olanla uğraşmak ister.
“İnsanlar yaptığı işte anormal olmalı”
Günlük hayatımıza bu şekilde dokunuyor sanırım?
Tabii. İnsanlar yaşamlarında değil, yaptığı işlerde anormal olmalı. Mesela Einstein’ın boyu üç metre değil ama anormal bir insan. Yaptığı işle anormaldi. Doğanın bir parçası olduğumuzu unutuyoruz. Dolayısıyla, doğa bunu hatırlatıyor. İşte bize bir yüzleşme fırsatı. Tüketimimizle, üretimimizle, mikro ölçekten makro ölçeğe kadar her şey ile… Pandemide küçüldük ve odalarımıza hapsolduk. Bu, bize bir yüzleşme fırsatıydı.
“Öğrenciyi tek bir alana sıkıştıramazsınız”
Sergide güzel sanatların farklı dallarından işler bir arada… Bu durum artık bütün disiplinler için geçerli ve “Rönesans adamı” dediğimiz kavram ön planda sanırım. Ne dersiniz?
Evet. Çok yetenekli, çok yönlü kişi… Şu kullandığınız cep telefonu ses kaydı yapıyor ama aslında o bir telefon… Şimdi ona telefon mu diyeceğiz, ses kayıt cihazı mı? Bir de sizin oraya yüklediğiniz aplikasyonlarınız var. Benim telefonumda aynı uygulamalar yok. O aplikasyonlar sizi, siz yapan özellikler… Dolayısıyla eğitimin içerisinde de öğrenciyi tek bir alana sıkıştıramazsınız. Bizim fakültedeki misyonumuz; hangi bölüme gelirsen gel yeter ki güzel sanatlar okumak iste… Sonra o ana alanın dışında, çift ana dal, yan dal, konsantrasyon ya da sertifika programlarıyla kendine aplikasyonlar indir. Biraz önce gelirken metroda, arkamda iki genç konuşuyor. Kulak verdim, psikoloji okumuşlar. Biri diyor ki, “Bizim alanımızda mesleki bir şey yok ki… Ama mühendisler meslek sahibi.” Yanındaki de tarih okumuş. “Elimdeki tek yetkinlik ehliyetim.” diyor. Hâlbuki kendi mesleğini ehliyetlendirecek kazanımlar edinmesi gerekiyor ki, diğerleri içinde fark yaratsın. Çünkü sanat okumuş.
“Sanat okumuş doktor ile okumayan aynı değildir”
Ben, sanat okumuş bir mühendisle normal bir mühendisin aynı olacağını düşünmüyorum. Sanat okumuş bir doktorla normal bir doktor da aynı olamaz. Sanat, bir kişiyi insanlığın en temel yeteneklerine ve güdülerine yönlendiriyor. Yani farklı bakış açısı, farklı çözüm üretme, başka alternatiflerin olabileceği ihtimallerini düşünebilme, meseleye tek bir noktadan bakmama… Bunlar bilimin de ortak noktaları fakat bilimde sonucun tekilliği kişiyi tek bir yola kanalize eder. Sanatta tekil bir sonuç yoktur. Dolayısıyla bugün yeni mezun olmuş birinin, yıllarını sanata vermiş olandan daha kreatif bir eser üretmesi mümkündür. Sonuçta insanları da medeniyetleri de birbirinden farklı kılacak platform yine sanattır. Bize diyor ki; medeniyet olarak farklılığınızın meyvesi nedir? Hayatı nasıl yorumluyorsunuz? Yoksa hâlâ doğayı mı taklit ediyorsunuz? Ve Anadolu coğrafyasından beslenen bir sanatçı olarak bu topraklardan ne aldın?
“Babam beni çok fena silkeledi”
Peki siz bir sanatçı olarak hayatınızda, yüzleşme kavramıyla nasıl sınavlar verdiniz?
Babam çok realist bir insandı. Güzel sanatlar lisesinden mezun olduktan sonra bir gün beni karşısına çekti ve benimle bir konuşma yaptı. Tabii ergenlik çağı, yatılı okul… Müzik ve resim okuyoruz. Kendimizi Picasso, Van Gogh sandığımız yıllar… Beni çok fena silkeledi ve ondan sonra ben evi terk edebilirdim, babama ve anneme kızabilirdim ve üstelik güzel sanatlar lisesinden çok iyi derece ile mezun olup üniversiteyi birincilikle kazanmıştım. Ona rağmen hiç gözümün yaşına bakmadı ve benim bütün yanlışlarımı, aile içerisindeki tutumlarımı, uçuk kaçık tavırlarımı tek tek yüzüme vurdu.
“Atatürk’ün vecizesi cesaret verdi”
Ben tabii isyan ettim ama babamın söylediklerinin gerçeği kaldı, onu söyleyiş şekli değil. Beni sevmediği için değil, benim iyiliğim için söylemişti. Benim için ilk kırılma noktası o oldu. İkinci yüzleşmem ise İstanbul’a gelmeye karar verdiğimde, bir ilkokulun duvarında Atatürk’ün bir vecizesini okumuştum. “Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin…” diye başlayan o söz, kafamda babamın anlattıkları ile birleşti ve bana çok büyük cesaret verdi.
“Kimseye sempatik görünmek için yapmadık bu sergiyi”
Tabii hayatın içinde var olmaya başladığınızda yüzleşmeleriniz devam ediyor. Sonuçta insansınız, kaçtığım da oldu ama ne kadar kaçmadıysam o kadar iyiye doğru gittiğimi gördüm. Yine sergi ile bitirmek gerekirse kimseye başımızı okşattırmak, sempatik görünmek için yaptığımız bir iş değildi. Eğitimci yaklaşımıyla öğrencilerimizi layık oldukları yerlere koymak, onlara yeniden ev sahibi olmak anlamında yaptığımız bir girişimdi. Ve Pera Müzesi de bize ev sahipliği yaptı, kabul etti. Onlara müteşekkirim. Bize inandılar. Pera Müzesi’nin sergi repertuvarına iyi bir çalışma bıraktığımızı düşünüyorum.