“Onlar Göçtü Buradan”
Teker teker gidiyorlar. Bu kez gidenler, Günter Wallraff’ın “En Alttakiler”i değil.
Evrim Kuran’ın kitabı için yaptığı araştırmaya katılanların yüzde 71.7’si yükseköğrenim mezunu. Ülkeden göçen katılımcılara, halen yaşadıkları ülkede onları en mutlu eden şey sorulduğunda ise ilk sırayı özgürlük, demokrasi ve insan hakları alıyor. Türkiye’de ilk kez beyin göçü lise öğrencilerine inmiş durumda. İstanbul Erkek, Galatasaray, Alman Lisesi gibi asırlık okulları kazanan öğrenciler, “işsizlik korkusu” ve “niteliksiz üniversiteler” gerekçesiyle yurdu terk ediyor. Evrim Kuran, 118 ülkenin 728 kentinde, 3253 katılımcıyla gerçekleştirdiği araştırmada, gidenleri anlattı. İlginç İstatistikler, sayılar bir yana, duyguların da Evrim Kuran’ın akıcı diliyle, samimiyetiyle paylaşıldığı kitap, her şeye rağmen yola çıkan tüm küçük kara balıklara ithaf edilmiş.
Her şeye rağmen yola çıkan tüm küçük kara balıklara
Evrim Kuran, küçük kara balıkların duygularını, deneyimlerini, söyleyebildikleri, söylemediklerini ve acılarını anlatıyor.
Aslında o da bir küçük kara balık, kendisini kitabında şöyle anlatıyor; “Eşya sevmem ben. Mülkiyet ve aidiyetten ziyade cesarete inandığımdan olsa gerek, şehirlerden ve ülkelerden eşyalarla değil, birkaç bavulla gittim hep. Doğduğum ve büyüdüğüm kent Ankara’dan İstanbul’a gidişim ilk göçümdü. Sonra hiç yapmam dediğim bir şeyi yaptım. 2016 yılının ilk günlerinde Türkiye’den 8500 kilometre uzağa, Kanada’ya yine bavullarımla göçtüm.”
Evrim’le yolculuğunu ve kitabını konuştuk.
“Canın acımazsa yazamazsın,” demişsin. Bu kitabı yazmak, göçmen ruhuna, içindeki yolculuğa nasıl geldi?
Bu, benim üçüncü kitabım. Elbette bütün kitaplarım kıymetli. Ama bu kitabın benim için başka anlamı var. Yıllardır yazmama rağmen, belki de ilk defa bu kitapta yazar kimliğiyle buluştuğumu hissettim. Çünkü bana çok iyi geldi. Büyük bir transformasyon yaşadığım, çok acılı bir dönemde yazdım. Editörüm beni masaya oturtmakta uzun süre zorlandı.
Hem beş senelik bir gurbet, göçmenlik var. Hem binlerce insanın hikâyesi ve hepimizin hikayelerinin birbirine bu kadar benzemesi, bir göç dalgası var ve bu dalga büyüyor. İnsanlar niye gidiyor, ne hissediyor derken, böyle bir araştırma yapmak istedim. Ben araştırmayı, datayı, anlatıyla hikâyelerle yazıyorum. Benim diğer kitaplarım da böyle. Gerçek hikâyelerle araştırmayı sevdirmeye çalışıyorum. Bir gecede okunacak bir araştırma kitabı yazmak istiyorum. Bu da öyle oldu. Göçen de göçmeyen de kendinden bir şey buldu. Çünkü ben bütün sahici duygularımı yazdım. Ne kadar ıstırap çektiğimi, ne kadar yalnız kaldığımı, oğlumla ilgili yaşadıklarımı, Türkiye’yi dostlarımı ailemi ne kadar özlediğimi ve nasıl baş etmeye çalıştığımı. Bunları yazmak bana çok iyi geldi. Şuna çok inanıyorum. Gerçekten bir derdin yoksa, canın acımazsa yazamazsın. Bütün sanatsal üretimlerin oradan çıktığını düşünüyorum ve hayatımda başıma gelen bütün meydan okuyuşları acıları üretime çevirerek baş etmeyi öğrendim. Bu da benim için acılı bir dönemimde üretime çevirdiğim bir iş oldu. İnsanlara da bir el uzatmasını istedim. Yalnız değilsin ve senin gibi benzer hikâyeler yaşayan dünyanın dört bir tarafından insanlar var bunu söylemeye çalıştım.
Amacına da ulaştığını sanıyorum. Öyle yorumlar alıyorum. Hem gidenler, hem gitmek isteyenler var. Gitmeye hazırlananlar var. Şunu göstermeye de çalıştım. Bu kolay bir yol değil.
Ben kendimi mesela çok güçlü bir kadın diye bilirdim. Her şeyin üstesinden gelir, her şeyle mücadele edebilirim falan. Gördüm ki, göçmenlik, İnsanın canını çok acıtan başka bir deneyim. O yüzden bana iyi geldi, beni şifalandırdı. Benim çok sevdiğim Adnan Özer, “trajik yakınlık, en anlamlı dostluktur,” der. Onu yaşadım ve bir sürü tanımadığım insanla trajik yakınlığımız olduğunu gördüm ve yazarken çok iyi geldi ve şimdi de aldığım yorumlarla iyi gelmeye devam ediyor.
1960’ların başında başlayan işçi göçü hareketi tamamen değişti. Hem göç edenler hem göçme nedenleri. Kitabında belirttiğin gibi, son üç yılda 10 bin milyoner ile 13bin girişimci ve iş insanı toplam 23bin kişi ülkeyi terk etti demişsin.
Aslında ben şunu görmeye çakıştım. Kendi deneyimimden yola çıkarak niye diye soruyorlar. Oysa, esas sorulması gereken soru, neden kalmaya devam ediyorlar? Şu bana çok enteresan geliyor. Gitmekte temel faktör işsizlik, finansal sebepler, derin ekonomik krizler ve ekonomik belirsizlikler istihdam, gelecek kaygısı gibi nedenler tabii ki. Ama gittikten sonra bulundukları ülkeyi sevme ve orada kalmaya karar vermelerinin sebebi değişiyor ve dönüşüyor. Finansal güvence, hijyen faktör halini alıyor. Motivasyon faktörü değişiyor. Kalmalarındaki motivasyon faktör ise özgürlük, demokrasi ve eşitlikçi bir toplumda olmalarının verdiği rahatlık duygusu. Bu bence çok önemli. Yani para, istihdam etkisini yitiriyor, insanlar kalmaya devam ediyor.
Gitmek sadece bir adım. Geri dönenler de var. Kitapta geri dönüş mitinden de bahsettim. Ama her şeye rağmen kalmanın arkasında ifade özgürlüğü, demokrasi gibi fikirler var. Araştırmaya konu olan her göçülen ülke de öyle süper demokratik değil. Bazıları gelişmekte olan ülkeler, bazıları da neredeyse hiç demokrasiyle yönetilmeyen ülkeler. Buna rağmen orada daha rahat olduklarını söyleyenlerle karşılaştım. Döner misiniz? diye sorduğumuzda önemli bir çoğunluğu, “ancak ve ancak Türkiye’deki siyasi iklim değişirse döneriz,” diye bir şartla geldiler. Dolayısıyla burada çok temel motivasyonun ekonomik sebeplerin ötesine geçtiğini görüyoruz aslında.
Hem kantitatif, hem kalitatif bir araştırma yaptım. 3 bin küsur göçmene ulaşıldı. Bir sürü insanla aylarca derin görüşmeler yaptım. İsimlerini değiştirerek kitaba bir kısmının hikâyesini yazdım. Bir de pandemi, uzun süre gelemediğim bir dönemdi. Karşılıklı ağladığımız çok görüşmeler oldu. Acı pornografisi yaratmak için söylemiyorum, ama gerçekten attan düşen halinden attan düşen anlıyor. O büyük bir sızı. Ve çok iyi anlıyor, çok empati kurabiliyorum. Gittikleri yerlerde hepsi yetenekli insanlar olduğu için iyi iş bulmuşlar, para kazanabiliyor, döviz dalgalanmalarından şu anda etkilenmiyorlar, ama o kalplerindeki sızıyı hissediyorum, o, geçmiyor, iyileşmiyor.
Kitabında dönmek istediğin an, 15 yaşındaki oğlun Ali’nin “hayır kalacağım ve mücadele edeceğim,” demesi bir anda her şeyi değiştiriyor.
Evet, dönmek istediğim bir andı. O günü hatırladıkça duygulanıyorum. Hayatım boyunca asla unutamayacağım bir gün. İlk sene ben olağanüstü bir tempoda çalışıyorum. Ali yalnız kalıyor, ben sürekli seyahat ediyorum. Ali, anne şefkatine çok ihtiyacı olduğu bir dönemde. Yeni bir ülke ve okula adapte olmaya çalışıyor. Her gece yatmadan önce sohbet ediyoruz. O yıllarda ağlıyor. Bir anne olarak vicdanım paramparça. Bir gün dayanamadım, “tamam, dönüyoruz. Umurumda değil refah seviyesi. Ben senin mutlu olmanı istiyorum. Başka hiçbir şey istemiyorum,” dedim.
O da bana dedi ki, “hayır. ben kalacağım. Mücadele edeceğim.” Sarıldık birbirimize ağladık, gözlerimizi sildik ve kalmaya karar verdik.
İlk yıl bir eşik mi?
Birinci yıl eşiğini atlamak önemli. Zaten genelde dönüşler birinci yılda oluyor. Onlar çok dönüm noktaları. Genellikle o anlarda, ebeveynler çocukları için zorlandığında dönüyor. Bugün geldiğimiz noktada, “ben artık hayatımın kalan kısmını Türkiye’de geçirmek istiyorum,” dedim. O da yatılı okula geçecek. Ama bunun onu ne kadar büyüttüğünü de görüyorum. Burada olmak onu çok olgunlaştırdı. Ana dili olmayan bir dilde kendini ifade edebilmek, anneyi çok özleyerek bir hayat yaşayabilmek derken, şimdi bayağı güçlü görüyorum onu. Sen git ben bir süre daha bu ülkede kalmak istiyorum kararı verdi. Saygı duyuyorum kararına. Benim hikâyemde oğlum kalmayı seçti.
Birinci yılda dönenleri çok gördük. Ben de giderken, iki yılda alışacağımı umuyordum. İlk yıl tanıştığım herkese “kaç yılda evinizin burası olduğunu hissetmeye başladınız?” sorusunu sorduğumda hemen hemen herkes “beş yıl” dedi. Bana çok uzun geldi. Şimdi ben altıncı yılımdayım. Gerçi ben hala burayı evim gibi hissetmiyorum. Çok fazla Türkiye’ye geliyorum. Evet, beşinci yılda günlük hayata ve sisteme adapte olabiliyorsun ama uzun bir zaman. Ben kendimi dünya vatandaşı zanneder, ben her yere adapte olur, bana bir şey olmaz derdim. Hiç öyle değilmiş.
Peki, bu göç Kanada değil de, bir Akdeniz ülkesine olsaydı ne olurdu?
Bilmiyorum. Çok fazla ülkeye seyahat ettim. Akdeniz ülkeleri, gerçekten sevdiğim kendimi ait hissedebileceğim yerler gibi geliyor, ama yaşamak başka bir şey. Tabii bu kadar çok saat farkı olmayacağı, daha rahat seyahat edebileceğim, iklim, yemekler, kültür daha fazla benzeyeceği için belki daha rahat edebilirdim.
Ama ben özellikle çok farklı bir iklime ve çok farklı kıtaya gideceklere, “görmezden gelmeyin,” diyorum. Çünkü araştırmalar şunu gösteriyor, adaptasyonda olumsuz etkileyen bir numaralı şey iklim. Ben Nisanda gözümü açıyorum kar, Mayıs yine kar. Mütemadiyen kar yağıyor. İklim böyle olunca insanlar daha asosyal, evlerinde yaşayan, bizim anladığımız anlamda sosyalitesi gelişmiş insanlar olmuyor.
Ben Bulgaristan, Yunanistan ya da sınır komşularımızdan birine göçseydim, yine zorlanırdım. Bugün bunu anlıyorum. Benim memleketle ilgili bir meselem varmış. Tipik Ortadoğulu kadın olduğumu, gayet lokal bile olduğumu anladım göçtüğümde.
Ev neresi sorusunu çok sordum. Çok seyahat ettiğim için, her sabah kalktığımda bir oryantasyon problemi de yaşıyordum. Hayatımın bir kısmı burada bir kısmı Türkiye’de.
Bir Yunan adasında olsaydım da bunu hissederdim. Çünkü ne olursa olsun sıfırdan her şeyi öğrenmeye başlıyorsun. Marketten alış veriş, ehliyet almak, hastalığında ne yapacağını, bir şey bozulduğunda nasıl tamir edildiğini bilmek. Çok basit yaşamsal reflekslerimin Türkiye’de çok zayıfladığını gördüm. Belki başka bir konfor alanı açılmıştı bana. Büyük bir sınav bu. Artık her şeyi kendim yapmayı öğreniyorum.
Türkiye’de en çok neyi özledin? Neyin eksikliğini hissettin?
İstediğim zaman istediğim dostuma, istediğim aile bireyine ulaşabilme. O sıcaklığı çok özledim. Yoksa burada da yakın dostlarım var, pek çok Türk’le görüşüyorum. Aynı mezeleri, yapıp, aynı sofrada aynı rakıyı içiyorsun belki ama aynı sohbeti edemiyorsun. Ortak bir geçmiş yok. Bir de şu soruları da soruyorsun. Yeni ülkemde yeni çevremdeki insanlarla kendi memleketimde karşılaşsam yine dost olur muydum? O soruyu da soruyorsun. Birçok göçmen bu soruyu sorar kendisine. Türkiye’nin sosyal siyasal gündemi o kadar hızlı değişiyor ki, en çok canımı acıtan tüm bunları uzaktan takip etmek oldu. Uykusuz kaldığım çok zaman oldu. Orayı tam zamanlı olarak yaşama arzusundayım. Türkiye’yi Türkiye’de yaşamak arzusundayım.
Son 20 yılda yeni bir dil yaratıldı demişsin kitabında…
Türkiye’de son yirmi yıldır farklı toplumsal segmentlerin arasındaki boşluğun büyüdüğünü ve kutuplaşmanın çok arttığını biz ve onlar, ben ve ötekilerin, bunlar ve şunların derinleştiğini görüyorum. Benim doğduğum büyüdüğüm Türkiye’de sosyo-ekonomik seviyemiz ne olursa olsun, aynı okullarda aynı sıralarda aynı beslenme çantasından çıkan benzer yiyecekleri paylaşabilecekken şimdilerde çok farklı. Z kuşağının kendi içerinde bile çok farklı segmentlerin oluştuğunu, müthiş bir ayrımcılık olduğunu düşünüyorum.
İnsanlar daha konforlu yaşayabilmek için kendilerini belli bir segmentin içine dahil etme kararı vermek zorunda kaldılar. Bu kararı vermeyenler, ödün vermeyenler de ayrıkotu gibi kaldılar, bir kısmı da ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. O yüzden bu yeni dilin faşizan bir dil, ayrıştırıcı bir dil olduğunu düşünüyorum. En büyük mücadelemde hem sivil toplumda hem yaptığım işte de dildeki o faşizmle başa çıkacak araçları insanlara anlatmak. Kapsayıcılığın, çeşitliliğin bir toplum için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama Türkiye, çeşitliliğe olan toleransı 20 yıl içerisinde gitgide düşen ve ayrıştırıcı bir dili çok benimseyen acayip bir ülke oldu. Ve bu insanları üzdü, kalplerini kırdı ve bu ülkeden kopardı, bazıları fiziksel olarak gidemediler ama kalben ruhen göçtüler zaten. Bazıları benim gibi fiziksel olarak gidip başka bir ülkede şansını denemek istedi.
MEF Üniversitesi’nde çeşitlilik, kapsayıcılık ve hakkaniyet dersi veriyorum. Bu, ilk defa bir üniversitede lisans seviyesinde verilen bir ders. 20 yaşlarındaki gençlerin buna ne kadar ihtiyacı olduğunu her hafta derslerimde daha net bir şekilde görüyorum. Bu dersin ana konusu şu; çeşitliliği onurlandırmak, kapsayıcılığı mümkün olmak ve hakkaniyetli bir toplum inşa etmek ve her türlü ayrımcılığa karşı mücadele etmek. Bunun içerisinde sadece toplumsal cinsiyet yok. Bunun içerisinde dezavantajlı gruplar, her şeyin sınıfsal hale gelmesi, engelliler, transfobiden monofobiye ayrımcılığa uğrayan her türlü segment var.
Anadolu çok kadim bir coğrafya ve bu coğrafyaya, bu anlayış yakışır diye düşünüyorum. Yıllardır yaşadığım Kanada’ya baktığım zaman ülkenin en belirgin özelliği, çeşitliliğe ve kapsayıcılığa verdiği önem. Hem cinsiyet anlamında hem de ideoloji, dil din ırk anlamında. Bence bu kadar sıkıcı ülkeyi bütün dünyada bu kadar çekici kılan da bu. Türkiye’de çeşitliliği, toleransı en iyi yansıtan tek yer, çok sevdiğim ve sık sık gittiğim yer Mardin.
Kitabında belirttiğin gibi, Amin Maalouf, “her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir.”
Beni dönmem için ikna etti. Ülkenin bana ve benim gibilere ihtiyacı var. Kendimi gerçekleştirebileceğim bir yer Türkiye. Kalmaya devam edebilirdim. Ama Türkiye’nin inanılmaz bir dönüşüm sürecinde olduğunu düşünüyorum ve açıkçası bunun bir parçası olmak istiyorum, uzaktan izlemek istemiyorum. Mesela yurtdışında yaşayan biz, genel seçimlerde oy kullanabiliyoruz. Ama yerel seçimde oy kullanamıyoruz. İlk defa bir seçimde oy kullanamamak çok ağrıma gitti. Aktif bir vatandaşım ben pasif bir şekilde uzaktan izleyemem.
Nepotizmden de söz etmişsin kitabında…
Evet, kayırmacılık. Maalesef Türkiye’nin yeteneklerinin gitmesinin önemli tetikleyicilerinden biri. Yetkinliklerinin ne olduğunun önemi olmaksızın, kime sadık olduğuyla ölçülen bir biçim. Akrabaları işe sokmak, yedi sülalesine kariyer yaptırmak, liyakate değil sadakate değer vermekte yüzlerce doktora çalışması çıkarabilecek kaynağa sahibiz ülkece.