Eskiden dışarıda yemeğe gitmek, hem sosyal hem de kültürel açıdan önemli bir aktiviteydi. İnsanlar, özellikle arkadaşları ve aileleriyle vakit geçirmek, sosyalleşmek için restoranları tercih ederdi. Farklı mutfak kültürlerinden yeni lezzetler denemek, dışarıda yemenin cazip yanlarından biriydi.
Bu, evde hazırlaması zor olan yemekleri tatmak ve yeni tatlar keşfetmek anlamına gelirdi. Özel günler ve kutlamalar da dışarıda yemek için önemli bir sebepti. Doğum günleri, yıldönümleri, mezuniyet gibi özel anları daha özel kılmak için restoranlarda toplanmak yaygındı. Böylece anıların daha unutulmaz olması sağlanırdı.
Ayrıca bazı restoranlar prestijli ve ünlü mekanlar olarak sosyal statü sembolüydü. Bu tür yerlerde yemek yemek, bir tür prestij göstergesiydi. Dışarıda yemek, aynı zamanda günlük rutinden bir kaçış ve rahatlama yolu olarak görülürdü. Yoğun bir günün ardından evde yemek yapmanın yükünden kaçmak ve farklı bir atmosferde rahatlamak için dışarıda yemeğe gitmek cazipti.
Bu sayede hem fiziksel hem de zihinsel olarak yenilenmek mümkün olurdu. Beğenilen, memnun kalınan ya da sevilen mekanlara defalarca gidilirdi. Bir müdavimlik ruhu vardı.
BUGÜNSE BİR GÖSTERİ HALİNİ ALMAYA BAŞLADI!
Ancak dijitalleşme ile tüm bu dinamikler değişti ya da evrildi. Mobil teknolojilerle avcumuzun içine sığan sınırsız dünya yaşam tarzlarını değiştirdi. Artık bir paylaşım ve beğeni dünyasında yaşıyoruz. Ve pek çok insan hayatı bu dinamiklerle değerlendiriyor. Yediğini, içtiğini, nereye gittiğini, kiminle ya da kimlerle olduğunu, paylaşamadığı, gösteremediği takdirde hayattan zevk alamıyor.
O nedenle dışarıda yemek yemek artık masadakilerle sosyalleşmek, gülmek ya da hüzünlenmekten çok, takipçilerinizle paylaştığınız renkli görsellerin dünyası halini aldı.
Bu noktada da bir fetişizm yaşanıyor
En güzel resmi kim çekecek? Gidilen restorandan ilk kim paylaşım yapacak? Ünlü şefle ilk kim fotoğraf çektirecek? En fazla beğeniyi kim alacak? Yemeğin hatıralardaki yeri bunlar ve benzeri kriterlere göre belirleniyor.
Eskiden sofrayı kiminle paylaştığımızın ve ne konuştuğumuzun değeri yediğimiz yemeğin lezzeti kadar hatta bir tık daha önemliydi. Şimdiyse yemeğin görselinin ışığı ve güzelliği bunların önünde yer alıyor. Bu ruh hali beni hem üzüyor hem de korkutuyor.
BEN HALA RUHU OLAN MEKANLARI TERCİH EDİYORUM
Ama ben hala müdavimi olduğum ve ruhu olan yerlere gitmekten hoşlanıyorum. Oturduğum masaya komşu olan müdavimlerle sohbet etmeye özen gösteriyorum. Ve bundan büyük keyif alıyorum. Ama maalesef bu geleneğin ve ruhun yaşadığı mekanların sayısı her geçen gün giderek azalıyor. Bu mekanlara bir örnek vereyim.
EN SEVDİKLERİMDEN BİRİ BOSTANCI 1A
Semtimin meyhanesi 1A buna en güzel örneklerden biri. 1978’den beri açık. İkinci kuşak işin başında. Çalışanların büyük çoğunluğu uzun yıllardır burada çalışıyor. Gelen müşterinin büyük kısmını müdavimler oluşturuyor. Kapıdan girince sol duvarda Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük boy resmi sizi karşılıyor.
Kısacası kendi halinde nevi şahsına münhasır bir mekan 1A.
Menüsü oldukça zengin ve uygun fiyatlı. Mezeler zaman içinde çeşitlense de, pek çoğu açıldığı günden beri menüde yer alıyor.
“Beyin Söğüş” ve nar gibi kızarmış ev ya da anne usulü “Patates Kızartması” bunlardan sadece ikisi. Gittiğiniz mutlaka denemenizi öneririm. Bir de akşam yoğunluğu başlamadan önce, saat 14 gibi gitmenizi tavsiye ederim. O saatte gelenlerle sohbetin tadına doyum olmuyor.
Çünkü ne fotoğrafa çeken var. Ne de paylaşım yapan. Ne mutlu ki gelen müdavimler mekandaki diğer müşterilerle sohbet etmekten hala keyif alıyor.
UNUTMAMAMIZ GEREKEN GERÇEK
Bir insanın en büyük zayıflığının,
Kendi güçlü yanlarını tanımamasıdır.
Reha Tartıcı