Sanat ve doğa Gül Bolulu’nun hayatının özeti diyebiliriz. Son kişisel sergisi ‘Masal Bu Ya’ üzerine konuştuğumuz Bolulu, çocukluğunun Gemlik’te doğanın içinde geçtiğini ve resim yapmaya lisede başladığını söylüyor.
Sanat maceranız nasıl başladı?
Her şey doğayla başladı aslında. Çocukluğumun bir kısmı Gemlik’te geçti. Orada sürekli yeşillikler içinde, hayvanlarla, böceklerle, bitkilerle bir arada olmak beni çok etkiledi. Daha sonra tekrar İstanbul’a, şehre dönmekse oldukça mutsuz etti ama liseye gelince doğayla olan dengemi tekrar kurdum.
Lisedeyken resim yapmaya başladım. Hiç resim bilgim yoktu ama sürekli hocalarımın, çevremdeki nesnelerin karakalem çalışmalarını yapıyordum. Resim yapmayı o kadar seviyordum ki üniversite sınavında Resim bölümünden Güzel Sanatlar’a girmeye karar verdim.
Nurullah Berk’le çalıştım
İstasyon Sanat Evi de yeni kurulmuştu o zamanlar. Orada Nurullah Berk’le çalışıyordum ve çok iyi bir eğitim alıyordum ama sonra orası ilk atölye havasını kaybedip ticarileşmeye başladı. Ben de sonra Kız Teknik Olgunlaşma Enstitüsü’ne gittim. Burada daha farklı şeylerle tanıştım. Türk motiflerini, çevre işlerini ve geleneksel şeyleri araştırmaya başladım.
Bu araştırmaları yapmaya, müzelere gidip gelmeye başladıkça halı ve kilimlerden etkilenmeye başladım. Kilimlerin ve halıların üzerindeki motifleri ve o motiflerin ne anlama geldiğini araştırmaya başladım ve böylelikle o geleneksel sürece girmiş oldum.
Dokumaların dünyasına girdim
Tekrardan Güzel Sanatlar için üniversite sınavına girdim ama bu sefer Tekstil bölümünden. Marmara Üniversitesi’ne gittim. Fabrikalarda, o yağ kokularının içindeki son teknoloji makinelerden en ilkel mekikli tezgahlara kadar her türlü tezgahta çalıştım. Ayvacık’ta köyleri gezip orada çözgüler nasıl hazırlanıyor, nasıl tezgaha aktarılıyor, dokumalar nasıl yapılıyor uygulamalar yaptım.
Okul bittikten sonra birçok firmada, fabrikada çalıştım ama dışarıdaki tekstili sevmedim. Oradaki hayat bir tasarımcı için çok zor. Sonra neyi sevebilirim, neyi devam ettirebilirim diye aramaya başladım. Animasyonla uğraştım, reklam fotoğrafları çektim, fuarlarda stand tasarladım. Uzun süre böyle uğraştım.
Önceden yaptığınız sergileri biraz anlatır mısın?
Bu bahsettiğim ilgi alanlarımı bir araya getirince, ilk olarak resim tekniğinde dokumamı yaptım. Türkan Şoray sergisinde Sultan’ı dokudum.
Ardından Mavi Yolculuğa gittim. Mavi yolculukta mağaralardan, mağaranın altında açıktan koyuya doğru giden o renklerden, yosunlardan, deniz canlılarından etkilendim ve İstanbul’a dönünce bunları dokudum. Böylece deniz altı başladı. Yere Batan Sarnıcı’nda 13 çalışmamla Dip sergimi açtım.
2004-2008 arası ağaçları düşünmeye başladım. Ağaçlar yok olmasın diye Özgürlük Parkı’nda 12-13 kadar ağacı giydirmiştim. İnsanlara ağaçları fark ettirmek istemiştim. Sonra bu sergiyi Kaş’ta da açtım.
Son sergimdem önce de Sürgün Kayıkları diye bir sergi açtım Büyükada’da. Adalar zamanında hep sürgün yeriymiş. Prens Adaları denmesinin nedeni de buymuş. Bu tarihi araştırmak hoşuma gitti ve adaya en son kimler sürgün gelmiş onu araştırdım. Her sandala sürgüne giden insanların isimlerini verdim ve her kayık bir sürgün hikayesi oldu. Kayıkların üzerine de sürgün hikayelerini hazırlayıp koyduk.
Çekmeceler eskizlerle dolu
Sanatın birçok dalıyla uğraşmanıza rağmen tekstilden devam etmene neden olan şey nedir?
Zaman zaman niçin tekstille yapıyorum diye ben de kendime soruyorum. Yaptığım birçok resim var, çekmecelerim eskizlerle dolu ama iplikle uğraşıp iplikle o dokuyu çıkarmak, o resmi oluşturmak benim çok hoşuma gitti. Biraz daha hissetmemi sağlıyor galiba. Yani boyada onu çok hissedemedim mi bilmiyorum ama ben tekstili sevdim ondan eminim.
Doğadan mistik olana geçişiniz nasıl oldu?
Bizim dokumaca grubunda keten hatun var. Tekstil heykel. Bana o hep eskiyi hatırlattığı için onu mitolojik olarak nasıl adlandırırım diye düşündüm. Böylece bende efsanelere ve mitolojilere karşı bir ilgi başladı. Bir taraftan onları okumak sonra da okuyup hayal ettiğin şeyi canlandırmak çok ilginç geldi. Daha sonra Dokumaca grubunun sergisinde efsaneler, mitolojik hikayeler derken bu son sergi de öyle çıktı.
Bu sergi fikri nereden çıktı?
Bu sergi de ‘Masal Bu Ya’. Orada, bize yıllarca anlatılan şeyleri biraz olsun anlamaya çalışmak, anladığım şeyi de paylaşmak istedim. efsaneler aslında kulaktan kulağa gelen bilgiler. Anlatıldıkça elbette değişen şeyler oluyordur. İşte o anlatılanlar bizi nasıl etkiliyor, toplumları nasıl etkiliyor, korku mu veriyor, umut mu veriyor bilemiyoruz ama masallara baktığın zaman aslında masalların çok korkunç ve etkileyici olduğunu düşünüyorum.
Bir çalışma nasıl ortaya çıkıyor? Bu süreç nasıl işliyor?
Çamur Kuş’tan başlayayım. Çamur Kuş yine Mitolojik Söylemler diye bir sergi için yaptığım bir çalışma. Şamanlarla ilgili o dönem çok şey okuyordum ve özellikle ilkel mitolojide şamanlarla ilgili kuşun yaradılış hikayesi beni çok etkiledi. Bu mitolojiyi okuduğumda bunu nasıl yapabilirim diye düşünmeye başladım hemen. Duruşu, elleri, yüzündeki o gagası, maskesi ile birlikte nasıl şekillendirebilirim diye.
Önce eskiz halinde çizdim. Formu çıkarttıktan sonra bunun üzerinde neler olabilir diye düşündüm. Bunu hangi tezgahta dokumalıyım? İlk baştan bunlara karar veriyorsun sonra malzeme olarak neler kullanabilirim?
Şamanların hayatı doğayla iç içedir
Şamanların yaşamları, hayata bakışları hep doğayla iç içedir bu yüzden orada yapay bir şey kullanmak istemedim ve tesadüfen bulduğum yosunları kullanmaya karar verdim. Bunları dokumaya nasıl aktarabilirim diye düşünüp önce küçük denemeler yaptım sonra da onları büyütüp tezgahta dokuyup şekil verdim, iskeletini kurdum.
İlk başta malzeme çizim nasıl olabilir, hangi malzemeyi kullanabilirim diye başlayıp ondan sonra onu artık tezgahın başına geçtiğinde teknik anlamda çözmeye başlaman gerekiyor. Böyle bir süreçle Çamur Kuş çıktı.
Sergideki eserler…
Rapunzel’le başlayalım. Küçükken çok üzülürdüm Rapunzel’e. Bir kulede duruyor ve birisinin gelip onu kurtarmasını bekliyor, kimseyi göremiyor. Bu küçükken etkilendiğim şeylerden biriydi. Ben de orada tekstil heykeli yaparken saçını çıkarıp kenara koyup eline kitap verdim. En azından kendisi için bir şey yapıyor olsun istedim. Prenses ama güzelliğiyle öne çıkmıyor. Eski ve yıpranmış bir elbisesi var ama elindeki kitap güncel çünkü önemli olan onun başkası için değil kendi için özenmesi.
Hemen onun yanında Kırmızı Başlıklı Kız vardı. Orada vurguladığım orman içerisindeki o hareket, kırmızı iplerdi. Değiştirilmiş bir masal, Kırmızı Başlıklı Kız. Özünde, bir kızın evden ayrılıp, ormana girip, büyüyüp, cinselliğini keşfettiği ve tekrar evine dönmesini anlatan bir süreç. Bir kızın yaşamı aslında.
Hayalleri ile gerçek arasında sıkışan insan
Sonra iki elbise arasında kırmızılı kadın vardı. Güzel olmak, zengin olmak, çok güzel kıyafetler giymek, çok güzel yerlerde bulunmak, düşüncesiyle bizi büyütüyorlar bu masallarda. Küçüklükten itibaren bu tarz masalları dinlemek, insanlarda hep bir prenses olma düşüncesi yaratıyor. O düşünce içerisinde de insanlar sıkışıp kalıyorlar. Olması gereken idealler ve gerçekler arasında sıkışan insanlara vurgu yapmak istedim burada. Kişi ne kadar sıkışmış olursa olsun o dışarıdan aldığı düşüncelerden de kendini koparamıyor.
Masal Ana da bütün bu değerlerin olduğu bir kadın aslında, her şey var onda. Biraz ilkel gibi gözüküyor ama o sevecenliği, anne duygusu bi de masalın içinde hep bir dişiliğin oluşundan ötürü ona Masal Ana dedim. Eteklerindeki zenginlik, parça parça oluşu, hepsinde farklı şeyler var ama orada hem anneliği var hem cinselliği var, doğurganlığı var ama bir taraftan da bedenini ve kendini koruyan bir duruşu var masal ananın.
Şahmaran’ı konuştuk o da Güneydoğu’da anlatılan hikayelerden bir tanesi. Mardin’e gittiğimde anlatmışlardı bana hikayesini. Bu hikayeden etkilenmiştim ve böylelikle Şahmaran’ı doğanın gelini olarak yapmıştım çünkü aynı Şahmaran’ın aldatıldığı gibi biz de doğayı aldatıyoruz. Mardin’e gittiğimde Şahmaran dağına çıktım ve ondan izin istedim sonra da geldim burada dokumaya başladım.
Defne Saka