Hiçbir şey bu korku ve titremeyle yaşamaktan daha kötü olamaz
Her yerim titreyerek, betim benzim atmış halde sokağa fırlıyorum. Nefes nefeseyim. Gözlerim dolu. Korkuyla apartmanımıza bakıyorum; herhangi bir hasar var mı? Binadan uzak durmak istiyorum. Bu sırada tüm apartman sakinleri dışarı çıkıyor. Bir komşum hâlimi görünce bana su getirmek için yeniden içeri girmeyi göze alıyor.
Bir diğeri benimle sohbet edip kafamı dağıtmaya, beni konuşturmaya çalışıyor. Evde dinlediğim müziğin sesi onlara çok gidiyormuş:
– Aa hiç farkında değilim, rahatsız oluyorsanız duvara tıklatın, kısarım sesi.
– Olur mu hiç kızım, ne güzel şarkılar dinliyorsun. Sesin de çok güzel.
– Teşekkürler.
“E ŞİMDİ BİZ NE YAPACAĞI?”
Depremin ilk dakikalarında yaşadığım şoktan çıkmaya çalışan bedenim, bu kibarlık karşısında iyice sarsılıyor. 23 Nisan resmî tatil olduğu için herkes eşiyle, çocuğuyla, ebeveynleriyle birlikte sokakta. Bekârların elinde birer kedi kutusu… Bense yapayalnızım, bir kedim bile yok!
Aklıma birçok insan geliyor ama hatları meşgul etmemek için kimseyi aramıyorum. Annemle babamla kısaca konuşup kapatıyorum. Eşyalarını hızla toplayıp bagajına atanlar arabalarına binip gidiyor. Sokakta ne yapacağını bilmeden bir kenarda oturakalan ailelerle arabalarına binip şehri terk etmeye karar verenler birbirine karışıyor.
Kaldırımda bir ileri bir geri volta attığım belirsiz bir sürenin ardından kendime geldikçe kafamda büyüyen o soruya cevap arıyorum: “Ee, ben şimdi ne yapacağım? “Bu soruyla cebelleşirken bir arkadaşım arıyor. “Nasılsın, iyi misin?” faslından sonra o da aynı soruyu soruyor:
– Ee, biz şimdi ne yapacağız?
YAKICI YALNIZLIK VE KORKU
Bu koca şehirde yaşayan bekâr genç-yetişkinler olarak ne kadar yalnız olduğumuz gerçeği sertçe yüzümüze çarpıyor. Hemen üç-dört arkadaş bir araya gelip o günü ve geceyi birlikte geçirme kararı alıyoruz. Ölürsek ya da göçük altında kalırsak bile en azından yalnız olmayalım. Dile gelmese de herkesin aklında bu var, biliyoruz. Kısacık sürede arka arkaya yaşadığım onlarca duygunun arasında, yakıcı yalnızlık ve korku yerini sıcacık bir hisse bırakıyor. O duygunun adını bilmiyorum ama içinde sevgi var, güven var, minnettarlık var; hepsinin karışımı gibi.
YOKSULLUĞUN O DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ!..
Sonra, kafamda evden alınacakların bir listesini yapıp içeri giriyorum. Sırt çantamı, aklıma ilk gelen malzemelerle dolduruyorum. Tüm fişleri çekip, kapıyı hızla kilitleyerek çıkıyorum. Henüz haberlere bakamamışım; telefonumun şarjı çok az.
Can kaybı var mı, yıkılan bina olmuş mu, depremin büyüklüğü nedir bilmiyorum. Hatay depreminden sonra duyduğumuz korkunç hikâyeler geliyor aklıma. “Ya hırsız girerse?” diye endişelenip geri dönüyor, kapı ve pencereleri tekrar kontrol ediyorum.
Böyle bir anda bana bu korkuyu yaşatan insanlığa lanet ediyorum. Sonra da evde maddi değeri olan tek şeyin eski bir laptop olduğu ve hırsız olsam bu eve girmekle uğraşmayacağım argümanıyla kendimi rahatlatıp yeniden çıkıyorum.
Hayatım boyunca kimbilir kaçıncı kez hissettiğim yoksulluğun o dayanılmaz hafifliğiyle, arkadaşlarımla buluşmak için sözleştiğimiz yere doğru yürümeye başlıyorum.
KALDIRIMLAR X TIMELINE’I GİBİ
Yollar ve kaldırımlar kalabalık… Korna ve ambulans sesleri birbirine karışıyor. Trafik sıkışık; nispeten uzun sürebilecek yolu yürümeye karar veriyorum. Hem biraz kafam dağılır. Yürürken insanların yanından geçiyorum, konuşulanlara kulak misafiri oluyorum ve tüm haberleri ediniyorum.
,Kaldırım, X timeline’ı gibi. Yürüdükçe sanki ekranı kaydırıyorum: Can kaybı olmamış, “Anneee iyi misin, niye açmıyorsun telefonu?”, deprem Marmara Denizi’nde gerçekleşmiş, “Ay biz hiç hissetmedik, çocuklar hâlâ uyukluyordu evden çıkarken”, şiddeti 6.4’miş, birileri camdan atlamış, “Aaa Çanakkale de sallanmış”, yıkılan bina olmamış, yok hayır 6.2’ymiş, o ilk haber yanlışmış, “Oooğlum çok kötüydü laan!”, Silivri merkezliymiş…
Yürürken ve insanları dinlerken sakinleşiyorum. Kendi paniğimden çıkıyorum. Sakinleştikçe ne kadar yorgun olduğumu fark ediyorum. 23 Nisan için tek hayalim, bütün günü evde uzanıp dinlenerek geçirebilmekti hâlbuki. Arkadaşımla buluştuğumuzda, o da bana “Bugün yatakta yatıp ağlamak istiyordum aslında,” diyecek. Bu ülkede evde oturup kendi kendimize depresyona bile giremiyoruz diye gülüşeceğiz.
ÇOK, ÇOK, ÇOK KEDİ KUTUSU
Yürümeye devam ediyorum. Birileri ağlıyor, birileri onları sakinleştirmeye çalışıyor. Dersten kaçmış hınzırlığıyla grup grup liseli gençler şakalaşıyor. Sıradan bir pazar gezintisindeymiş havasında el ele yürüyen çiftler var. Ortalıkta çok sayıda kedi kutusu var. Çok, çok, çok fazla kedi kutusu…
Yaşlılar sakin; kamp sandalyelerini alıp oturmuşlar. 23 Nisan gösterisinden çıkmış rengârenk kıyafetli çocuklar, ebeveynlerinin elinde Türk bayrakları… O gün için kutlama yapan bir dükkanın önüne tezgah koyulmuş, 2 asık suratlı yorgun genç hala patlamış mısır ve pamuk şeker dağıtıyor, gürültülü bir müzik çalıyor.
Şokta olan ve durumdan fazlasıyla etkilenmiş insanlar var ama sayılarının azlığı beni şaşırtıyor. Caddede genel olarak hissettiğim şey korku, kaygı, panik ya da üzüntü değil; “Türkiye’de sıradan bir gün” umarsızlığı, belki biraz da bezginliği. Yurdum insanı kaosa alışkın.
Artık pek bir şeye şaşırmıyor, öfkelenmekten tükenmiş ve hissizleşmiş. Korkunç durumlar karşısında yarım saat içinde normaline dönüyor.
HAYATLARIMIZ BİZİM İÇİN DE KIYMETLİ DEĞİL ARTIK
Türkiye, son yıllarda çok fazla şeyi çok kısa sürede yaşadı. Yoğun travmaya maruz kalmış toplum, yüzünü mizaha dönmüş. Ya da hissiz, tepkisiz. Koca bir millet, hep birlikte travma sonrası stres belirtileri gösteriyoruz. Gerçekliği algılamakta ve makul tepki vermekte zorlanıyoruz. Dissosiye[1] bir haldeyiz.
Her gün travmatik bir olayla yüzleşen bu toplum, korkunç bir depreme gebe olduğu bilinen bu şehirde kaygı ve korku içinde yaşamaya alışkın. Deprem bize manevi olarak çok da koymayacak. Anlıyorum ki hayatlarımız, ülkeyi yönetenler için olduğu gibi bizim için de pek kıymetli değil artık.
Saraçhane eylemlerinde sıkça gördüğümüz bir dövize yazılmış o cümle geliyor aklıma: “Hiçbir şey böyle yaşamaktan daha korkunç değil.”
NORMAL HAYATLAR YAŞAMIYORUZ DİSTOPYA HİKÂYESİNİN İÇİNDEYİZ
Sahi, biz ne zaman bu hale geldik? Gezi de büyük bir halk hareketiydi. Ama havada hiç “Kaybedecek şeyimiz kalmadı, yeter artık!” kokusu aldığımı hatırlamıyorum. Daha çok, “Bize bunu yapmaya hakkınız yok. Bu ülkeye bunları yaşatamazsınız. Bunu haketmiyoruz. Hayır!” havası vardı.
Gezi eylemlerinde, her bireyin canının pek kıymetli olduğu liberal etik, daha radikal ve militan örgütlü solcu geleneği bastırmış, hatta neredeyse hareketin dışına itmiş, pasifize etmişti. Bugün yine hareketin baskın yüzünün örgütlü devrimci pratik olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz.
Ancak çaresizlik ve sıkışmışlığın boyutları, bu halkın ruhuna bir gözü karalık eklemiş durumda. Yürümeye devam ederken, kendime ve olan bitene uzaktan bakmaya başladığımı fark ediyorum. Yaklaşık dört-beş aydır sık sık aklıma gelen cümle tekrar yankılanıyor beynimde: “Normal hayatlar yaşamıyoruz artık. Distopya bu. Bir distopya hikâyesinin içinde yaşıyoruz.”
BİR GÜN ER YA DA GEÇ OLACAK!
Arkadaşlarımla buluştuktan sonra gidip açık havada bir yerde oturuyor, olan biteni sindirmeye çalışıyoruz. Telefonlarımızı şarja takıp haberlere bakıyoruz. Çantamıza can havliyle koyduğumuz garip eşyalarla dalga geçip eğleniyoruz. Gün boyu sokaklarda dolanıyoruz.
Akşam olup hava soğumaya başlayınca toplanma alanlarından birine gidiyoruz. Ellerinde yastıklarla, battaniyelerle dolaşan grup grup insan… Yüzlerdeki ifadeyi aktarmak zor. Yorgunluk, yılmışlık, bezginlik, umutsuzluk ve alışmışlık. Herkesin elinde telefonlar.
Hepsi de bilim insanı olan uzman kişiler tarafından yapılmış taban tabana zıt açıklamalar dolaşıyor online platformlarda. Konu yer hareketleri olduğunda, büyük İstanbul depreminin bir gün er ya da geç gerçekleşeceği dışında hiçbir şeyin kesin olmadığı açıklamaların en akla yatkın olanı.
Bunu biliyoruz. Ama gündelik bilgiye bilim sosu ekleyip kafa yormadan sindirilebilen ve kaygıları azaltan açıklamalara inanmak istiyoruz: En kötüsü buydu, daha büyüğü olmaz, en kötüsü geride kaldı, düzelecek, her şey normale dönecek…
SORUN KAMUSAL DEĞİL BİREYSEL ÖYLE Mİ YA!
Hemen ardından liberal etik yine hızlıca kendini gösteriyor: Evlerimizi kontrol ettirelim, gerekirse sağlamlaştıralım, depremle ilgili daha çok bilinçlenelim, yaşam üçgeni oluşturalım, kendimizi koruyalım, muhakkak deprem çantalarımız hazır olsun, ‘eğil-çök-kapan’ metodunu uygulayalım, mümkünse İstanbul’u terk edip başka bir şehre yerleşelim.
Herkes kendini kurtarsın. Gerekenleri yapmadıysanız, bu sizin eksiğiniz ve hatanız. Bunları yapmadıysanız göçük altında kalmanızın sorumlusu kendinizsiniz. Sorun toplumsal ya da kamusal değil; sorun bireysel. Peki, o halde şehir ve bölge planlama nedir? Bu kadar mimar ve mühendis neden yetişir? On yıllardır bu şehrin Bölge Planlama Müdürlüğü bütçesiyle neler yapılmaktadır?
HİÇBİR ŞEY BÖYLE YAŞAMAKTAN KÖTÜ DEĞİL
Sonra aradan yalnızca birkaç gün geçiyor. Evli evine, köylü köyüne, uzaktan çalışma izni verilmiş beyaz yakalı ofisine geri dönüyor. ‘Hiçbir şeyin böyle yaşamaktan daha kötü olmadığı’ gerçeğini unutuyoruz. Yalnızca hayatta kalmak değil; onurlu, anlamlı, özgür ve iyi hayatlar yaşamanın önemini unutuyoruz.
O hayatlara bireysel çabalarımızla ulaşamayacağımızı, bunun bir insanlık mücadelesi olduğunu unutuyoruz. Çünkü o hayat için çaba göstermek gerekiyor. O hayatı hak ettiğimize gerçekten inanmak gerekiyor. O hayatı kimsenin bize altın tepside sunmayacağını, o hayata sahip olmak için mücadele edilmesi gerektiğini biliyoruz.
Hâlbuki, uğrunda mücadele etmediğimiz her şeyin bedelini zaten bir hayat boyu, yavaş yavaş ödüyoruz. Yine de hayatta kalmakla yetinmeyi seçiyoruz. Çünkü bu ülke, onurlu, özgür, adil, barış içinde yaşamayı hak ettiğini ve bunları talep etmeyi unuttu. Ama bir gece ansızın, yeniden hatırlayabiliriz. Ve hatırladığımız o gece, başka bir hayatı hep birlikte kurmaya başlayabiliriz.
Sedef Öztürk
[1] Dissosiye: Ayrışmış, kopmuş halde olma durumu. Psikolojide dissosiyasyon, kişinin travmatik ya da katlanılması güç durumlarla karşılaştığında, benliğinin o anki gerçeklikten uzaklaşarak kendisinden bir ölçüde ayrılmasıyla ortaya çıkan bir başa çıkma mekanizmasıdır. Dissosiyasyon halindeki kişiler, çevrelerine tepkisiz görünebilir, donakalabilir ya da otomatikleşmiş davranışlar sergileyebilirler